Görüş

Oruç tutmuyor, sadece aç kalıyoruz

Yabancılaşma ve kapitalizme eklemlenme süreci çok hızlı yaşanıyor. Bu dönemde, giderek daha gösterisel bir etkinlikler ayı olan Ramazan’ın da inananları, “sahip olma”ya odaklı bir hayattan uzaklaştırması zor.

Konular: Türkiye
Erkilet'e göre içerik açısından Ramazan algısında ciddi bir değişim ve dönüşüm yaşanıyor. [Fotoğraf: AA]

türkiye’de ramazan algısındaki değişimi tek başına ele aldığımızda yanıltıcı sonuçlara ulaşabiliriz. zira bir boyutuyla ramazan ve oruç eskisine nazaran çok daha görünür hale gelmiş durumda. inananların kendilerini belli etmeden, sessiz sakin yerine getirdikleri oruç ibadeti, son zamanlarda şaşaalı biçimde vurgulanan kitlesel bir şölene dönüştü. oteller, lokantalar, hatta alıveriş merkezleri hacivatlı-karagözlü, meddahlı, kuklalı, geleneksel sanatlara hasredilmiş eğlencelerle ramazan’ı karşılamaya hazırlanıyor. kent meydanları ramazan etkinliklerine tahsis ediliyor.

bu açıdan bakıldığında, cumhuriyet’in ilk dönemlerinde baskılanarak unutturulmaya çalışılan, bayramı bile ramazan bayramı olarak değil de şeker bayramı olarak kutlanan bu ay, tüm haşmetiyle geri dönmüş, canlanmış, ihya edilmiş görünüyor. kamusal görünürlük açısından bakıldığında, ramazan’a ilişkin toplumsal değerlerin -nostaljik yaklaşımlarla da olsa- güçlendirildiği söylenebilir.

ancak meseleye görünürlük açısından değil de içerik açısından bakacak olursak, ramazan algısında ciddi bir değişim ve dönüşümün yaşanmakta olduğunu söyleyebiliriz. elbette ki bu, tekil olarak belirli ibadetlerin ya da günlerin idrakine özgü bir dönüşüm değildir. türkiye’nin bir bütün olarak küresel kapitalist sisteme eklemlenmesiyle birlikte okunması gereken daha bütünsel bir dönüşümün parçasıdır. bu süreç, kentin ve kent içindeki tüm mekân ve etkinliklerin kazanca ve tüketime odaklanması, değişim değerinin kullanım değerine galebe çalmaya başlaması şeklinde ifade edilebilir.

zenginlerin daha zengin, yoksulların daha yoksul hale geldiği, bu iki kesim arasındaki farkların ve yoksulların siyasal katılımının önündeki engellerin giderek arttığı bir dönemden geçiyoruz:

"bütün olarak değerlendirildiğinde, dünyadaki en zengin 1000 kişinin toplam varlığı en fakir 2,5 milyar insanınkinin neredeyse iki katı… nüfusun en zengin yüzde 20’si üretilen malların yüzde doksanını tüketirken, en yoksul yüzde yirmilik kesimde bu oran yüzde 1".

yukarıdaki alıntı, zygmunt bauman’ın azınlığın zenginliği hepimizin çıkarına mıdır? başlıklı yeni kitabından. bu tespitler çok önemli zira bauman’ın da vurguladığı gibi “serbest piyasa ekonomisinin temel ahlaki gerekçelerinden biri olan bireysel fayda peşinde koşmanın, ortak faydanın sağlanması için de en iyi mekanizmayı sağlayacağı söylemine” eleştirel bir perspektiften yaklaşmamız gerektiğini gösteriyor. bu rakamları, eşitsizliğin ya da toplumsal tabakalaşmanın ekonomik boyutuna dair yararlı veriler olarak elimizin altında tutabiliriz.

zenginlerin sofraları ayrı, iftar masaları beş yıldızlı ise oruç bizi birbirimize bağlayamaz. toplumsal sınıflar arasındaki uçurumun üzerine kuracağımız bir köprü olamaz.

by Alev Erkilet

meselenin bir de siyasal boyutu var. yöneten-yönetilen ayrımının temellerine ve bugünkü güç dağılımlarına dair neler söylenebilir diye bakıldığında, erich fromm’a ve onun itaatsizlik üzerine başlıklı metnine atıfta bulunmak mümkün. fromm bu metinde, itaati sorunsallaştırıyor ve “insanın ve toplumun mükemmelleşebilmesi fikrinin”  “sönük bir ilerleme kavramına, tamamen diri ve üretken insanın doğuşunu sağlamak yerine daha iyi nesnelerin daha çok üretilmesi görüşüne dönüşmüş” olduğunu ileri sürüyor. ona göre, günümüzde birey “sözde özgür tercihini ifade edebildiği tek alan olan tüketim alanında da yönetilmekte ve manipüle edilmekte… insan tek isteği daha çok ve ‘daha iyi’ şeyler tüketmek olan ebedi bir süt kuzusuna, ‘tüketiciye’ dönüştürülmektedir”.

bu sistemin yarattığı sorunlardan özgürlük ve demokrasi de payını almaktadır. zira çoğu insan “özgürlüğün getireceği sorumluluktan” korkmakta, “kararları siyasi uzmanlara bırakmayı” tercih etmektedir. bu durum, “sahip olmanın”, “olmak”tan üstün hale gelmesi durumudur ve fromm tarafından sadece bu kitapçıkta değil, başka birçok çalışmasında da şiddetle eleştirilmiştir.

en genel hatlarıyla bu şekilde ifade edilebilecek olan yabancılaşma ve kapitalizme eklemlenme süreci müslüman ülkelerde de gözlenmekte, özellikle türkiye bu süreci çok hızlı ve derin şekilde yaşamaktadır. yaşamın tüm diğer alanları gibi inançlar, ibadetler, mekân algıları ve toplumsal bellek de bu değişimden payını almaktadır. bu bağlamda, giderek daha gösterisel bir etkinlikler ayı olarak yaşanmakta olan ramazan’ın da inananları, “sahip olma”ya odaklı bir hayattan uzaklaştırması zor görünmektedir.

“olmak”tan ziyade “sahip olma”ya odaklanan bireyler, mekânda da ayrış(tır)maya yönelik bir yaşam refleksi geliştirmektedir. mekânın ve konutun metalaşması, doğası gereği ayrıştırıcı bir süreçtir. güvenlikli konut, güvenlikli avm, güvenlikli ofisler küçük bir azınlığın lüksüdür. bu azınlık, tüm dünyada ve türkiye’de giderek yükselen duvarların ardına çekilmekte ve kentsel çok-sınıflılığın, çok-etnikliliğin yarattığı sözde tehditten doğan korkuyla giderek homojenleşen yaşam alanlarına sığınmaktadır. bu durum, komşudan ve onun idame-i hayat koşullarının sağlanmasından sorumlu olma durumunu ortadan kaldıran bir ayrışma ve tecrit göstergesi olarak okunabilir.

bu açıdan bakıldığında mahalle, toplumsal dayanışma ve toplumsal sorumlulukların yerine getirilmesi açısından ne kadar elverişli bir ortam yaratıyorsa, gettolaşma da -öteki ile karşılaşmaları engellediği oranda- ayrışmayı ve kutuplaşmayı besler. orucu ve ramazan’ı bütünleştirici işlevlerinden uzaklaştıran süreçlerden biri de budur. çünkü bu ibadetler sadece bireylerle ilgili değildir, aynı zamanda toplumsaldırlar. bizi gündelik hayat örüntülerimizin dışına çıkarabildikleri takdirde anlamlıdırlar.

zenginlerin sofraları ayrı, iftar masaları beş yıldızlı, iftar etkinliklerinin düzenlendiği alanlar kentsel belleğin yok olması pahasına kente eklenmiş ya da kentten alınmış ise, oruç bizi birbirimize bağlayamaz. toplumsal sınıflar arasındaki uçurumun üzerine kuracağımız bir köprü olamaz.

görünür ama uzak ramazanlar

bu açıdan bakıldığında, orucun da salt bireysel bir nefis terbiyesine indirgenmesi doğru olmaz. merhum sosyolog ali şeriati, tüm diğer ibadetler gibi orucun da insanın kendine, dünyaya ve topluma bakışını değiştirmesi gerektiğini ileri sürerdi. “ramazan bitince düşüncen, ahlakın, özelliklerin ve yolun hiç değişmedi. üstelik ramazan ayında dahi aç kalmak dışında işinde, eylemlerinde hiçbir değişiklik olmadı” diyerek şekle indirgenmiş, kurallardan ibaret dinsel yaklaşımları eleştirirdi.

ona göre, ibadetlerin amacı, tüm ayrımcılıkları reddeden, eşitlikçi, özgürlükçü, tevhidi bir dünya görüşünü inşa etmekti. ramazan’ın da insanları ekonomik, siyasal ve dinsel her türlü sömürüye, her türlü eşitsizliğe karşı mücadele edebilecek kıvama getirmesi, varoluşsal bir değişime yöneltmesi beklenirdi.

oysa biz, sadece çevremizde değil dünyada da yoksulluğun kol gezdiğini, savaşların, şiddetin azalmak bir yana giderek yaygınlaşmakta olduğunu biliyoruz. en mahrem ve en kıymetli anılarımıza ev sahipliği yapan mekânlar, bizden alınıp başkalarının “mülkü” haline getiriliyor, bu mekânlara giremiyoruz. selamı yaymak, ötekilikleri aşıp tüm insanlarda ortak olan öze dokunabilmek gerekirken, biz mezheplerimize, etnik ve ulusal kimliklerimize ve yaşam tarzlarımıza kapanıyoruz. yoksullarda çeşit çeşit suç vehmederek onlardan korkuyor ve uzaklaşıyoruz. steril hayatlarımız başkalarının acılarıyla kesişmesin, karşılaşmasın, bulanmasın istiyoruz. biz galiba oruç tutmuyor, sadece aç kalıyoruz.

bu yazı ilk kez 28 haziran 2014 tarihinde yayınlanmıştır.

doç. dr. alev erkilet, sakarya üniversitesi öğretim üyesi. hacettepe üniversitesi sosyoloji bölümü’nü bitirdi. yüksek lisans ve doktorasını araştırma görevlisi olarak çalıştığı aynı bölümde tamamladı. 1997-2000 yılları arasında kırıkkale üniversitesi sosyoloji bölümü’nde yardımcı doçent olarak çalıştı. 2006-2007’de ibb’nin tarihi yarımada koruma amaçlı kentsel tasarım projesi’nin sosyolojik araştırma ayağını yürüttü. sosyolog erkilet'in kitapları, çeşitli kitap ve dergilerde yayımlanmış makaleleri bulunmaktadır.

bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve al jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Alev Erkilet

sakarya üniversitesi iletişim fakültesi öğretim üyesi. hacettepe üniversitesi sosyoloji bölümü'nden mezun oldu. yüksek lisans ve doktorasını, araştırma görevlisi olarak çalıştığı aynı bölümde tamamladı. 1997-2000 yıllarında kırıkkale üniversitesi sosyoloji bölümü'nde görev yaptı. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;