Görüş

‘Zamanın ruhu’ mu ‘küresel dayatma’ mı kazanacak?

Dünün ‘yedi düvel’inin bugünkü mirasçıları, bölge halklarının boynuna bir kez daha ilmek atmaya çalışıyor. Gelgelelim, ilmekleri ne yüz yıl öncesindeki kadar sağlam ne bölgedeki bilinç düzeyi yüz yıl öncesindeki kadar geri. Türkiye bölgede ‘düzen’ kuramıyor olabilir ama ‘Türkiye’ye rağmen’ bir düzen kurulabiliyor mu göreceğiz.

Suriye'de yüz binlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının ise ülkeyi terk etmesine neden olan iç savaş beşinci yılını doldurdu. [Fotoğraf: AFP-Arşiv]

türkiye 2003 başında, esasen özal'dan beri uygulamaya çalıştığı ‘soğuk savaş’tan çıkış politikaları’nı sağlam bir stratejik mantığa oturtmayı başardı. bu stratejik mantık, türkiye'nin küresel mimarideki konumunu yeniden tanımlayan ama esasen ortadoğu-balkanlar ve kafkasya alanında uygulanacak iyi tarif edilmiş, prensiplerden örülü, bütünlüklü bir yaklaşımı içeriyordu.

bağdat’ın şam ile, antep’in halep ile, halep’in musul ile yüzlerce yıldır süren bağlarını/bağlantılarını kopartan yapay sınırlar engel olmaktan çıkacak, bölge sosyal ve ekonomik açıdan yeniden bütünleşmeye başlayacaktı.

türkiye’nin suriye politikası da bu genel yaklaşımların bir parçasıydı ve arap baharı’na kadar son derece olumlu sonuçlar vermişti. mhp’nin jeopolitik analiz kabiliyeti olan isimlerinden prof. dr. ümit özdağ, birkaç ay önce habertürk kanalında katıldığı bir programda, “2003-2010 arası türkiye’nin suriye politikası mükemmeldir’ derken herhalde bunu kastediyordu.

türkiye’nin mecburi istikameti

arap baharı’nın beşinci yılında, türkiye’nin etrafı başbakan ahmet davutoğlu’nun ifadesiyle bir ‘ateş çemberi’ ile çevriliyse ve bugün ülke ‘hayati güvenlik riskleri’yle karşı karşıyaysa – ki öyledir – o halde bu tablonun sebebi nedir? bunlar, 2010 sonrası izlenen yeni politikaların bir sonucu mudur?

türkiye ya bu rejimlerle kol kola yürümeye devam ederek halkları karşısına alacak ya da halkların taleplerine destek verecek, ‘tarihin doğru tarafında’ yer alacaktı.

by Gürkan Zengin


bu sorunun cevabını vermeden önce bir tespitte bulunalım. son beş yılda arap baharı’nda izlenen politikalar, ondan önceki on yılda izlenen politikalarla aynı amaçları güden, aynı zihnî koordinatlarda yürüyen ve aynı isimler eliyle yürütülen politikalardır.

tabloyu değiştiren olgu şuydu: bölge halkları tunus’ta patlak veren isyan dalgasıyla kendi diktatörlük rejimlerine karşı on binler ve yüz binler halinde ‘eş şaab yurîd iskât ün nizam’ (halk rejimin devrilmesini istiyor) sloganlarıyla sokaklara dökülünce, türkiye bir tercih yapmak mecburiyetiyle karşı karşıya kaldı. ya bu rejimlerle kol kola yürümeye devam ederek halkları karşısına alacak ya da halkların taleplerine destek verecek, ‘tarihin doğru tarafında’ yer alacaktı.

birincisi, ‘statükoyu  savunmak’, ikincisi, halkların demokrasi ve özgürlük talepleri üzerinde şekillenecek ‘yeni düzen’ arayışlarına destek vermek demekti.

türkiye ikincisini tercih etti. esasen bu türkiye için bir ‘tercih’ten ziyade bir ‘mecburi istikamet’ idi. türkiye’nin tevârüs ettiği tarih de bugünkü sosyopolitik ve sosyoekonomik durumu da ikinci tercihi dayatıyordu.

türk dış politikasına yöneltilen itirazların temel imâsı da ‘halkları değil, rejimleri tercih etmeliydiniz’ şeklindedir. bunun utanç verici bir tercih olacağı bilindiği için de bu imâ ağızdan değil, karından konuşarak yapılıyor.

‘eski düzen’i koruma çabaları

türk dış politikası bugün büyük zorluklarla karşı karşıya ise bunda asıl belirleyici etken, başta bölgeye müdahil olan büyük aktörlerin yıkıcı bölge politikaları olmuştur. büyük aktörler soğuk savaş sonrası doğu avrupa’daki diktatörlerin yıkılışını ve yerlerine demokratik sistemlerin gelişini milyarlarca dolar finansman akıtarak desteklemişti. prag, varşova, sofya, bükreş ve doğu berlin gibi başkentlerde, serbest seçimlerle demokratik yönetimlerin işbaşına gelmesinde bu aktörlerin çabası belirleyici olmuştu.

müslüman dünyada arap gençleri aynı taleplerle sokaklara döküldüğünde ise, avrupa’nın ve amerika’nın tavrı ‘rejimleri’ korumak, onları iktidarda tutmak, ‘düzen’i değiştirtmemek şeklinde olmuştur. avrupa başkentlerinde insanların sahip olduğu ‘yöneticilerini seçme hakkı’, söz konusu kahire, şam, trablus gibi müslüman şehirlerinde yaşayan insanlar olduğunda bir hak olarak görülmüyordu.

amerika’nın 2003’ten bu yana, ama özellikle son beş yıldır mezopotamya coğrafyasında izlediği politika, irak ve suriye’nin bir daha geriye dönüşü olmayacak şekilde parçalanması sonucunu doğurdu. bu iki ülke, türkiye’nin bin 200 km'lik güney sınırını teşkil ediyor.

amerika’nın ortadoğu’da tükenişi

demokrasi, serbest seçimler, ifade özgürlüğü gibi ‘batılı değerler’e sırtını dönüp arap baharı’nda diktatörlerden yana tavır alan bir amerika ve avrupa gerçeğiyle karşı karşıyayız.

amerika, suriye sahasında ‘nato üyesi bir devlet’ ile ‘devlet dışı bir aktör’ arasında tercih yapabilmiştir.

müttefiki olan devlet karşısında tercihini kendisinin de terör örgütü olarak kabul etmiş olduğu (pkk/pyd) bir yapıyla askeri işbirliğine kadar götürmüştür.

400 bin insanı öldürmüş, milyonlarcasını sürgün etmiş bir diktatörün iktidarda kalabilmesi için rusya ile zımni mutabakata varmış bir amerika’dan bahsediyoruz.

türkiye ne yapmalıydı sorusuna, ‘müttefiklerimizle işbirliği yapmalıydık’ diye cevap verenlerin tezlerinin çöktüğü yerlerden biri budur.

bu durum, amerikan stratejik düşüncesine yön verenler açısından bile başlı başına travmatik bir tablodur.

amerikan yönetiminin izlediği bu bilinçli/bilinçsiz politikalar, iran ve suudi arabistan gibi bölgesel aktörlerin de tahripkâr yaklaşımları, türkiye’yi tarihinin en buhranlı tablosuyla karşı karşıya bırakmıştır. türkiye’nin süreç içinde taktik düzeyde hataları, eksikleri veya belli konularda kapasite sorunları olmuştur şüphesiz ama stratejik yönelimi doğrudur.

bölgenin ‘yeni gerçekleri’ ve türkiye’deki entelektüel sefâlet

ortadoğu’da irak ve suriye’nin fiilen parçalanması, ayrılan parçaların gelecekte alacağı şekil, arap baharı’nın jeopolitik etkileri, işid gibi yeni gerçekler var. bu yeni gerçeklerin hiçbirini türkiye üretmedi.

şu üç soruya bir cevap verelim:

-tunus’tan suriye’ye kadar bütün güney hattımızı sallayan, ‘arap baharı’ denilen jeopolitik depremi başlatan, yüz binler ve milyonlar halinde halkları sokaklara döken türkiye miydi?

türkiye’nin izlediği dış politikaya karşı alternatif politikalar nedir diye sorulduğunda, karşımıza bölgenin yeni gerçeklerine hitap edebilecek somut, uygulanabilir, tutarlı bir alternatif yaklaşım çıkmıyor.

by Gürkan Zengin


-tunus’ta diktatör zeynel abidin bin ali’yi, mısır’da hüsnü mübarek’i, libya’da muammer kaddafi’yi canları pahasına sokaklara dökülen halklar mı devirdi yoksa türkiye mi?

- akdeniz’in doğusunda patlak veren bu kasırga, akdeniz’in batısında suriye sahillerine vurmayacak mıydı? hafız esed'in 1982’de hama katliamını gerçekleştirdiği, nüfusunun yüzde 80’inden fazlası sünni arap olan bir ülkede nusayri azınlık bu kasırgadan etkilenmeyecek miydi? tunus, libya, mısır diktatörlerinin halk hareketleriyle devrildiğini gören suriye halkı kendi diktatörüne karşı sokaklara dökülmeyecek miydi?

peki, bu yeni gerçeklere hangi yeni politikalarla cevap verilecek?

türkiye’nin izlediği dış politikaya karşı alternatif politikalar nedir diye sorulduğunda, karşımıza bölgenin yeni gerçeklerine hitap edebilecek somut, uygulanabilir, tutarlı bir alternatif yaklaşım çıkmıyor.

‘müttefiklerimizle ilişkilerimizi bozmayalım’ ve ‘ortadoğu’da ne işimiz var?’ ifadeleriyle özetlenebilecek, bırakın sahayı teorik düzeyde bile hiçbir geçerliliği olmayan yaklaşımlar dışında derinlikli bir alternatif stratejik analiz duymadık.

bütün bölge muazzam bir jeopolitik depremle sarsılırken, soğuk savaş yıllarında izlenen washington/brüksel merkezli izolasyonist politikalara dönüş öneriliyor. ‘biz ortadoğu’ya müdahil olmazsak, ortadoğu da bize bulaşmaz’ gibi en hafif tabiriyle çocuk saflığında bir yaklaşım kamuoyuna pazarlanmaya çalışıyor.

türkiye’nin başlarına kukla diktatörler konulmuş halkların bunları başından atma çabasına karşı çıkacak hali yoktu. yıkılan ‘düzen’, yüz yıl önce osmanlı’yı parçalayanların kurduğu ‘düzen’di. o ‘düzen’i hem de halkların özgürlük ve serbest seçim taleplerine karşı çıkarak savunmak türkiye’ye düşmezdi.

türkiye’nin bunun tersini yapması, 1948’de israil’i tanıyan ilk müslüman devlet olmasından, 1957’de cezayir’in bağımsızlık talepleri karşısında fransa’nın yanında yer almasından farksızdır. türkiye o tarihlerde bunları yaparak kendi alnına kara birer leke sürmüştü, buna mecbur bırakılmıştı.

‘bölgeye karışmayalım’ yaklaşımının türkiye’nin bölgedeki yeni profilinden rahatsızlık duyan aktörlerin pozisyonlarıyla birebir uyum içinde olması da dikkat çekicidir. iktidardaki partiye duydukları öfke, bazı aydınları türkiye’nin karşısındaki aktörlerin pozisyonlarına destek olmaya kadar götürebilmiştir.

sonuçta kim kazandı?

henüz ortada bir ‘sonuç’ yok, devam eden bir ‘süreç’ var. bu sürecin 2011 başındaki ilk ayağını halklar kazandı ve diktatörlerini birer birer devirdiler. 2012-2013’den sonraki bölümde, ‘küresel düzen’in sahipleri ‘bölgesel işbirlikçileri’nin desteğiyle halk isyanlarını bastırıp mısır örneğinde olduğu gibi ‘eski düzen’i geri getirdiler.

bugün amerika ve rusya gibi küresel aktörler, mısır, iran ve suudi arabistan bölgesel aktörler, ayrıca bunların kontrolündeki suriye ve irak gibi rejimlerin tamamı arap baharı’na karşı konumlanmış durumdadır. halkların dün kukla diktatörleri devirerek ne büyük bir iş başardıkları da, bugün nasıl büyük bir mücadeleyle karşı karşıya oldukları da bu tablodan anlaşılabilir.

süreç devam ediyor.

türkiye bütün bu aktörlerin iradelerine rağmen kendi başına bölgede bir ‘düzen’ kurabilecek  güçte değil elbette, ama görülmesi gereken şey şu: bölgede cin şişeden çıkmış durumda ve korku duvarını aşıp diktatörlerini bir kez devirmeyi başarmış halkların iradesine rağmen  ‘eski düzen’i ihyâ etmek de mümkün değil. bugün ortadoğu’daki bütün diktatörler diken üstünde oturuyorsa sebebi budur. bunların hiçbirinde, hafız esed’in, muammer kaddafi’nin ve hüsnü  mübarek’in rahatlığı yok, olamaz da. zamanın ruhuna karşı kim ne kadar direnebilmiş!

doğrudur, 100 yıl sonra türkiye’nin güney sınırlarında vaziyet bir kez daha vahamet kesbediyor. dünün ‘yedi düvel’inin bugünkü mirasçıları, aralarına bu coğrafyadan bazı işbirlikçi örgüt ve devletleri de almış vaziyette, bölge halklarının boynuna bir kez daha ilmek atmaya çalışıyor. gelgelelim, ilmekleri ne yüz yıl öncesindeki kadar sağlam, ne de bölgedeki bilinç düzeyi yüz yıl öncesindeki kadar geri. türkiye bölgede ‘düzen’ kuramıyor olabilir, ama ‘türkiye’ye rağmen’ bir düzen kurulabiliyor mu göreceğiz.

gürkan zengin, gazeteciliğe 1989'da trt haber merkezi'nde adım attı. çeşitli televizyonların ankara bürolarında muhabir, editör ve haber müdürü olarak çalıştı. cnn türk televizyonunda on yıl boyunca 'editör' programını hazırlayıp sundu. 2011 yılından bu yana al jazeera türk'ün haber direktörü. türkiye'nin dış politikasını mercek altına alan 'hoca' ve 'kavga' (inkılap kitabevi) adlı iki kitabı bulunuyor.

twitter'dan takip edin: @zengingurkan

Gürkan Zengin

1968 yılında ankara'da doğdu. ankara üniversitesi iletişim fakültesi mezunu. gazeteciliğe 1989'da trt haber merkezi'nde adım attı. çeşitli televizyonların ankara bürolarında muhabir, editör ve haber müdürü olarak çalıştı. cnn türk televizyonunda on yıl boyunca 'editör' programını hazırlayıp sundu. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;