Görüş

Türkiye’nin diplomatik yükselişi

ABD’nin küresel liderliğinin gerilemesi ile Türkiye bölgede anahtar bir rol üstlendi.

Konular: Ortadoğu, Türkiye
Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu (solda) komşu ülkeler ile “komşularla sıfır sorun” politikası izliyor. [GALLO/GETTY]

amerika birleşik devletleri’nin (abd) küresel liderlikten geri çekilmesi, bric ülkeleri (brezilya, rusya, hindistan, çin) gibi diğer küresel güçlerin gelgitleri sonucu türkiye, alışılageldik resmin dışına kayarak abd’nin gölgesinden çıktı.

türkiye 21. yüzyılda, küresel düzene heyecan verici bir boyut kazandırırken, gerek kendi bölgesinde gerekse diğer bölgelerde önemli bir etki yaratan alternatif bir diplomatik liderlik örneği sunuyor.

türkiye bu hızlı gelişimi, 2002’den bu yana halkın hızla artan desteğini toplayan adalet ve kalkınma partisi’nin (akp) istikrarlı yükselişine borçlu. iktidara ilk gelişi ile birlikte, akp’nin önceliği mümkün olduğunca kararlı bir biçimde, türkiye’nin üyeliğe kabulü için avrupa birliği (ab) kapılarını zorlamaktı.

ab üyeliğine, akp’ye karşı düşmanlığını saklamayan ve hep şüphe ile yaklaşan laiklik savunucularının yanı sıra, türkiye cumhuriyeti’nin çıkarlarını seçimle gelen liderlere karşı savunan ordu komutanlarının bile ilgilendiği bir mesele olduğu için, ilk etapta odaklanılması gayet doğaldı.

türk ordusu’nun önde gelen generalleri, ne zaman mustafa kemal atatürk’ün şekillendirdiği modern türkiye yapısından bir sapma (marksist ya da islami) olduğunu hissetse belirli aralıklarla yönetim sürecine müdahale etti.

ab’yi el birliği ile memnun etme çabaları, akp’nin yenilikçi girişimlerini ifade etmesine ve haklı bir gerekçeye dayandırmasına olanak sağladı. böylelikle hükümet, insan haklarının koruma altına alınması için daha sağlam adımlar atarken; ordunun eskiden beri süregelen yönetim sürecindeki etki ve söz hakkına belirli sınırlamalar getirdi. anayasal demokrasi anlayışını oturtabilmek için hâlâ büyük çabalar sarf edilirken, türkiye’nin geçmişinde kötü bir üne sahip olan “derin devlet” anlayışını törpüleme süreci hiç de hafife alınmamalıdır.

bu girişimlerden bir süre sonra meydana gelen 2 önemli gelişme türkiye’nin ab yolunda kararlı adımlarla yürüme isteğine gölge düşürdü: bunlardan birincisi, pek çok önemli avrupa ülkesinde oluşmuş olan “islam fobisi”nin artışı ve dolayısıyla ab üyesi olmanın türkiye için yakın bir gelecekte gerçekleşmeyeceğinin açıkça  belirmesi idi. üstelik bu sırada ankara, avrupalıların bütün siyasi taleplerine razı olacak ve katılım kriterlerine uymak için beyhude çabalar içine girecekti.

ikinci olarak, kapıları türkiye’ye kapanmış bir avrupa karşısında, türk hükümeti için mantıklı görünen seçenek ab’nin bir parçası olma umut ve beklentilerini bir kenara bırakmak, fakat yine de tamamıyla bu fikirden uzaklaşılmamaktı.

bu anlayış neticesinde türk dış politikası dikkatini giderek avrupa dışındaki ülkelere yöneltti.

ahmet davutoğlu’nun sahneye çıkışı

türk dış  politikasının baş mimarı olan ahmet davutoğlu, başbakan recep tayyip erdoğan’a ek olarak, hem bakanlık hem de cumhurbaşkanlığı görevlerinde abdullah gül’e dış politika başdanışmanlığı yapmıştır. son iki yıldır dışişleri bakanı olarak görev yapmaktadır.

türkiye, davutoğlu gibi, ülkenin tarihi, politik ve kültürel dokusunun, gerek sunduğu fırsatlar gerekse yarattığı zorluklar hakkında oldukça tecrübeli ve nitelikli bir bakanın tecrübesinden faydalanma fırsatı bulduğu için oldukça şanslı. özellikle de hem başbakan tayyip erdoğan’ın hem de cumhurbaşkanı abdullah gül’ün, davutoğlu’nun diplomatik vizyonunu desteklemeleri takdiri hak ediyor.

tüm niteliklerini ve başarılarını sıfırdan elde etmiş, hiçbir çıkara hizmet etmeyen davutoğlu gibi saygın ve dürüst bir devlet adamına bu derece güvenerek yetkilendirmek kolaylıkla gözlemlenebilecek bir hükümet davranışı değildir. hiçbir siyasi çıkar gütmeyen, hayallerini gerçekleştirmek için bir an önce akademik hayata geri dönme isteğinde olan davutoğlu’nun, tüm insanlığı kapsayan bir kültür ve beşeri görüşlerini yansıtan bir üniversite kurma hayali var.

davutoğlu, müthiş enerjisi ile siyasi zekâsını birleştirirken, vâkıf olduğu diplomatik yetenekleri ile siyasi hayatta yer almakta neden bu kadar geciktiği sorusunu akıllara getiriyor. bu niteliklerinin yanı sıra, davutoğlu ile ilgili en çarpıcı nokta, çağa ayak uyduran, cesur ve yenilikçi bir siyasi tutum içinde olması.

şu ana kadar davutoğlu hem türkiye’nin etki alanını genişletmede, hem de bu alan içerisinde faydalı ekonomik ilişkiler kurmada eline geçen fırsatları oldukça doğru değerlendirdi. aynı zamanda türk dış politikasında kurumsal desteğin önemini de göz ardı etmeyerek, gerek dünyada, gerekse bölgede barış ve adaleti sağlamak için yumuşak gücün öneminin farkında olan, enerjik ve sağlam bir türkiye dışişleri bakanlığı vizyonu aşılamak için gayret gösteriyor.

birçok açıdan bakacak olursak, davutoğlu’nun siyasi arenaya çıkışı ile böyle bir vizyonun benimsenmesi iyi bir zamanlama. yeni yüzyılın değişen şartları göz önünde bulundurulduğunda, soğuk savaş ittifaklarının katı sınırları bir anlam ifade etmiyor. dolayısıyla bu durum, çift kutuplu kısıtlamalardan kurtulmuş orta doğu ülkelerine diplomatik manevralar yapmaya uygun bir ortam hazırladı.

ayrıca davutoğlu, gözler önünde yaşanmakta olan dünya tarihinde orta doğu’nun, mücadelenin yeni bir stratejik dayanak noktası olduğunun oldukça farkında: petrol rezervleri, nükleer silahların yayılım tehlikesi, israil-filistin anlaşmazlığının sürmesi ve radikal islami hareketlerin dirilişinin batı çıkarlarıyla çatışması bölgenin önemini ortaya koymakta.

bu rol ile birlikte bölgenin öne çıkan önemi, 20. yüzyılda her iki dünya savaşında da sahnede olan ve  soğuk savaş süresince mücadelenin en stratejik bölümünü oluşturan avrupa’yı hükümsüz kılmıştır. tamamen anlaşılmış olan diğer bir nokta ise, bölgedeki gerilimin yükselmesi hem türkiye hem de diğer ülkeler için tehlike unsuru olmakta, istikrarı, yatırımları ve ticari hayatı olumsuz etkilemektedir.

davutoğlu’nun yaklaşım tarzı böylesine zorlu bir bölgede mucizevi bir biçimde işe yarar gözüküyor.

kendisi ilk olarak şu hususu netliğe kavuşturmakta: hedef, zafer kazanmak değil, karşılıklı saygı ve çıkarlar doğrultusunda uzlaşmacı bir tavır sergilemek. bu tavrını ise şu sözleri ile oldukça net özetlemekte: “komşularla sıfır sorun” ve “dış politikada sıfır sorun.”

bu yaklaşımın en güzel örneğini suriye’de görebiliriz. önceki yıllara ilişkin siyasi gerginlik ve sınır problemlerinin yerini şu an açık sınır kapıları aldı ve daha önce tahmin bile edilemeyen bir barış ortamı hazırlandı. tabii ki, son haftalarda suriye’de meydana gelen ayaklanmalar türkiye için öngörülmesi güç olan zorluklar yarattı. bölgesel siyasette meydana gelen çalkantıların anlaşmazlıkları çözme sürecini sekteye uğrattığına şahit olduk.

iran’la olan ilişkilerde de türkiye, korku ve düşmanlıkla ördüğü bir duvarın arkasına saklanmayı öngören ve washington ile tel aviv’in istediği tipte meydan okumacı bir tavırdan sakındı. brezilya ile işbirliğine girip iran’ın tartışmalı nükleer programında orta yolu sağlayacak bir çıkış aradı.

bu duruma tepki olarak, iran’a askeri müdahale seçeneğine itibar edebilecek  kimi hükümetler rahatsızlıklarını dile getirdi. hatta türkiye, amerikalı bir dış politika yorumcusu tarafından haddini aşacak şekilde yapılan “türkiye çizgisinden çıkıyor” iddialarına maruz kaldı.

buradaki iddia oldukça kışkırtıcı ve açıkça şunu dile getiriyor: “türkiye, bölgesinde savaş çıksa, ekonomik ve siyasi çıkarları zarar görse bile, bunu göz ardı ederek abd (ve israil’in) hegemonik rolüne hizmet etmeli.”

türkiye eski tabularını yıkıyor

washington’ın süreğen eleştiri yağmuruna keskin bir cevap vermekten kaçınan türkiye, bağımsız bir devlet olarak kendi hedeflerini, değer yargıları ve çıkarları doğrultusunda muhafaza edeceğini ve artık soğuk savaş sürecindeki gibi amerika’nın her istediğini yerine getirmeyeceği mesajını açıkça veriyor.

bu bağlamda, zamanında sovyet yayılmacılığına karşı abd ile ortak kaygılar gütmüş ve sovyetleri caydırmak ve çevrelemek amacıyla abd’nin askeri imkânlarına erişebilmiş olması türkiye’nin nasıl jeopolitik bir öneme sahip olduğunu gösteriyor.

tabii ki bu övgü yağmuru davutoğlu’nun her girişiminin başarılı olduğu ya da tüm zorlukların üstesinden geldiği anlamına gelmez. ne var ki, bu kadar kısa süre içerisinde bunca girişim bile oldukça çarpıcı. hatta bu durum foreign policy dergisinin de dikkatini çekmiş olmalı ki, davutoğlu’nu yüz kişilik dünya düşünürleri listesinde yedinci sıraya, brezilya’nın tanınmış dışişleri bakanı celso amorim’in adının hemen altına taşımış.

abd ve çin gibi jeopolitik ağırlıkları su götürmeyen devletler adına dış politika yapmaya çalışanların çok ötesinde, bu iki bireyin şu an itibariyle dünya çapındaki en önemli iki devlet adamı olarak anılması doğru olur.

bu tür değerlendirmelerde bulunmak pek tarzım değildir; fakat diğer ülkelerin dışişleri bakanları ile karşılaştırıldığında davutoğlu ve amorim’in başarıları takdir edilmeye değer. buna ek olarak küresel arenada türkiye’nin (ve brezilya’nın) hızlı diplomatik gelişimi gözden kaçmıyor.

henüz karşılaşılmayan güçlükleri göz önünde bulunduracak olursak, büyük ihtimalle bunlardan en önemlisi israil-filistin anlaşmazlığı olacaktır. davutoğlu, israil ile yapıcı çözüm üretmek için büyük çabalar gösterdi. suriye ve israil arasında sürdürülebilir barış adına atılacak adımlarda türkiye’nin güvenilir bir arabulucu olduğunu dile getirirken israil’in golan tepeleri’nden çekilmesine de değindi.

anlaşmaya varma umudu ile birazcık da olsa yol kat edildi; fakat 2008 yılında israil’in gazze’ye saldırısı sonucunda barış süreci heba oldu. dünya ekonomi forumu’nda başbakan erdoğan’ın israil’i sert bir dille kınaması da bu iki ülke arasında anlaşmazlıkların devam etmesine sebep oldu.

bu görüşmeler süresince, israil’in golan tepeleri’nden  ne zaman çekileceği, yerleşimlerini ve yerleşimcilerini ne zaman kaldıracağı ve kırk yılı aşkın işgalde evrilen iktisadi altyapıyı nasıl bir kenara bırakacağı hiç bir zaman net değildi.

2006 yılının başında, gazze’de hamas’ın seçim zaferi ile birlikte, davutoğlu hamas’a “terörist” yakıştırması yapıp dışlayıcı bir tavır takınmaktansa, cüretkâr bir biçimde hamas ile siyasi bir aktör olarak uzlaşma olanaklarını aradı.

her ne kadar bu girişimler dünya çapında takdir görse de, ne israil ne de abd henüz bu tutuma hazırdı. (hâlbuki, daha önceleri gazze seçimleri için hamas’ı teşvik etmişlerdi. amaç hamas’ı, israil işgaline karşı şiddetli direnişten siyasi bir yapılanmaya yönlendirmekti.) fakat tüm bu çabalar denemeye değerdi.

eğer bu işe yarasaydı, gazze’de filistin halkının çilesi oldukça azalacaktı ve iki taraf arasındaki uzlaşma şansı şu an göründüğü kadar uzak olmayacaktı. eğer davutoğlu’nun suriye ve hamas’a ilişkin çabaları olumlu sonuçlansaydı, hiç şüphesiz, bu durum bölgenin faydasına olacaktı ve gene bu bile denemeye değerdi.
davutoğlu’nu türk dış politika normlarından uzaklaştıran, görece az tartışmalı ve pek dikkat çekmeyen diğer bir diplomatik farklılaşması ise sorunlu balkanlar ve kafkaslarda anlaşmazlıkları çözme girişimleri oldu.

davutoğlu’nun en çarpıcı başarısı bosna hersek ve sırbistan arasındaki dostane görüşmelere ev sahipliği yapmak oldu. eski yugoslavya’dan kopan bu iki devlet, 1990’lı yıllardan beri birbirlerine düşmanca tavırlar sergiliyordu. bunun sebebi ise sırbistan’ın, bosna hersek’te sistematik bir biçimde etnik temizlik ve soykırımı desteklemesi ve sırp azınlığının bağımsızlığını istemesiydi.

bu görüşme hayretler uyandıracak kadar başarılı geçti ve bunun yanı sıra bu iki eski düşman devlet, aralarında bir güven ortamı oluşturarak, yıllık toplantılar yapma kararı aldı.

bu diplomatik atılımın türkiye’ye çok faydası oldu. bana göre bu durum, türkiye’nin, osmanlı’nın görkemli dönemlerine uzanan özgüvenini tekrar kazanmasına yardımcı oldu. ileriye yönelik düşünecek olursak, türkiye bölgesel bir saygınlık kazanarak küresel anlamda varlığının önemini vurguladı.

bu durum türkiye’nin birleşmiş milletler güvenlik konseyi geçici üyeliğine ilk kez seçilmesine de yansıdı. türkiye’de laiklik savunucuları bu durumu karışık tepkilerle karşılarken, şikâyetlerini şu şekilde dile getirdi: “türkiye daha önce müttefik olduğu ülkelerden (amerika ve israil) uzaklaşıyor ve bunun karşılığında kayda değer bir kazanç elde edemiyor.”

laiklik savunucuları, iran ile olan dostane ilişkilere karşı çıkarak, bu ilişkiler ile anti-laik ve teokratik bir tutum sergilendiğini düşünüyor. fakat zamanla, türkiye’nin bölgede artan itibarı ve ekonomik başarısı bu muhalefetin etkisini azalttı.

davutoğlu’nun şahsi diplomatik başarıları gerek iç istikrarın sağlanması gerekse dünyadaki ekonomik gerilemeye pragmatik bir adaptasyon sağlanması ile daha da güçlendi. türkiye tüm bölgede güvenilir bir diplomatik partner oldu. arap dünyasındaki ayaklanmalar sırasında türkiye, birebir kopyalanmasa bile bir şeyler öğrenilmeye değer bir model olarak kendini gösterdi. bunu tabii ki, her ulusal deneyimin özgünlüğünü ve farklılığını ön kabul ile hareket ederek sergiledi.

türkiye’nin, toplumsal çoğulculuk ve laiklik prensiplerine saygıyı elden bırakmadan, islami temayül ile demokratik anlayışı birleştirmesi takdir edilmeye değer. bu bağlamda türkiye, neoliberal küreselleşmenin getirdiği  katı ve baskıcı bir ortama boyun eğmek yerine, islami değerlerini ulusal ve kültürel gelenekler ile bağdaştırarak dünyaya örnek oluyor.

türkiye, iran’ın islami otoriter rejim anlayışını benimsemekten ve aynı kaderi paylaşmaktan kaçındı. aynı şekilde, aşırı laik rejimlerin içine düştüğü din-karşıtı ve baskıcı tehdidi de bertaraf etti. 

iç sorunlar

sonuç olarak, türkiye’nin geleceği hâlâ net değil.

iç çatışmalara ve krizlere sebep olabilecek ve henüz çözümlenmemiş sorunlar mevcut: kürtlerin hakları, kıbrıs’ın geleceği, hükümet ve ulusal düşmanlarının çatışması ile büyük boyutlara ulaşan ve neticesinde siyasi suçlamaları ve eleştirel gazetecilerin  baskı altına alınması gibi çatışmaları beraberinde getiren daha nice sorun çözülmeyi bekliyor.

31 mayıs 2010’da meydana gelen mavi marmara olayı sonrasında bozulan türkiye-israil ilişkileri halen gergin ve henüz bir çıkış noktası bulunamamış durumda. insani yardım amacıyla gazze’ye doğru hareket eden mavi marmara gemisi uluslararası sularda saldırıya uğramış ve siyasal aktivistler ile insanı yardım çalışanlarından oluşan dokuz türk vatandaşının öldürülmesi türkiye ve israil arasında kriz yaratmıştı.

öte yandan, türkiye’nin siyasi olarak dostane ilişkilerin sürdüğü ve ekonomik refahın arttığı bir bölge vizyonuna belki de en büyük tehdit iran’la karşı karşıya gelme korkusu ve çıkabilecek büyük bir savaştır.

son olarak, arap ayaklanmasının yayılması ile birlikte libya’da hala devam etmekte olan çatışmalara abd ve avrupa ordularının askeri müdahalesi pek çok olumsuz gelişmeye sebep olabilir. bu durum bir yandan türkiye’ye barışı tesis edici bir tavır sergileme fırsatı sunarken, şu ana kadar ana etkisi bölgede ve ötesinde jeopolitik gerilim üretmekten başka bir şey olmadı.

özetle, türkiye 21. yüzyılın ilk on yılını, dünya siyasetinde merkezi bir rol oynayan ülke olarak geçirdi. sürekli olarak övgüyle söz edilen ve yeni bir bric ülkesi olmayı hak eden türkiye, hem bölgesel hem de küresel arenada örnek alınacak bir tutum sergiliyor.

türkiye, küresel liderlik açığını kapatmada tek başına etkili olmayabilir; fakat son on yılda sergilemiş olduğu diplomatik tutum giderek kararan dünya siyasetine ışık tutmuştur. diğer ülkelere karşılaştırıldığında türkiye, nasıl uzlaşmacı bir küresel lider olunacağını ve bunun yöntemlerini tüm dünyanın gözleri önüne seriyor.

gerek küreselleşmenin hızla artan yıkıcı etkisi ile başa çıkabilmek için, gerekse henüz karşılaşılmamış çevresel, etik ve bölgeyi ilgilendirdiği kadar dünyayı da alakadar eden siyasi tehditler ile mücadele edebilmek için böylesi bir liderlik anlayışına ihtiyaç duyulmaktaydı.

richard falk, princeton üniversitesi, uluslararası hukuk fakültesinde albert g. milbank emeritus profesörü ünvanına sahiptir. aynı zamanda california üniversitesi, uluslararası çalışmalar bölümü’nde araştırma danışmanıdır. elli yılı aşkın bir süreye yayılan yazarlık ve editörlük hayatında birçok yayına imzasını atmıştır. en son kitabı, 2009 yılında yayınlanan “achieving human rights”tır.

falk, dört yıldır birleşmiş milletler’in filistin insan hakları raportörlüğünü yapmaktadır ve iki yıl daha bu görevi sürdürmesi beklenmektedir.

bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve al jazeera’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Richard Falk

abd'nin princeton üniversitesi'nde albert g. milbank emeritus profesörü. aynı zamanda california üniversitesi uluslararası çalışmalar bölümü araştırma danışmanı. 2008-2014 yıllarında birleşmiş milletler’in filistin insan hakları raportörü olarak görev yaptı. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;