Görüş

Gazze’ye özlem

Tarih: 26.06.2015 Perşembe, saat dokuz. Yer: Yunanistan, Girit Adası'nın güneyinde küçük bir liman. İsveç bandıralı “Marianne” teknesi, farklı ülkelerden aktivistlerle birlikte iki günden beri uluslararası sularda bekliyor.

İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ablukayı yarmak için yola çıkan 3. Özgürlük Filosunun yolcuları arasında eski Tunus Cumhurbaşkanı Marzuki de vardı. [Fotoğraf: AA]

tarih: 26.06.2015 perşembe, saat dokuz

yer: yunanistan, girit adası’nın güneyinde küçük bir liman

isveç bandıralı “marianne” teknesi, farklı ülkelerden aktivistlerle birlikte iki günden beri uluslararası sularda bekliyor.

ben, israil parlamentosu knesset’ten filistinli milletvekili basil gattas ve al jazeera ekibi teknedekilere katıldık.

tekne neden limana girmedi? çünkü teknenin kaptanı, 2012’de ikinci filoyu engelleyen yunan yetkililere güvenmiyor. israil 2010 yılında da birinci filoyu engelleyip 10 türk’ü şehit ederek denizin ortasında malum katliamı gerçekleştirmişti.

yolculuk yaptığımızı zannediyoruz oysa sadece bedenlerimizi bir yerden bir yere taşıyoruz. uçak seyahatlerinde yemeği eleştiriyoruz, yarım saatlik gecikmeden dolayı şikâyet ediyoruz! oysa atalarımızın anlattığı yolculuk bu: zor bir başlangıç, tehlikelerle dolu bir yol, ulaşma garantisi yok ve her aşamada yeni bir sürpriz!

by Munsif Marzuki


vakit, öğleden sonra saat bir. eşyalarımızı toplayıp bizi tekneye götürecek küçük bota binmemiz için talimat geldi. ancak mutluluğumuz çok sürmedi. ansızın polis karşımıza çıktı ve bottan inmemizi istedi. bir yanda doğal olarak denize açılmamıza engel olmak isteyenler var, diğer yanda ise bu çabalara aldırmayanlar… zafer kimin olacak? aklımdaki bir başka soru da şu: acaba yunanistan limanlarında bulunan diğer üç tekne planlandığı gibi bize katılabilecek mi? ufukta her an artan stres ve sıkıntılı bekleyişten başka bir şey yok.

hareket:

27 haziran, cuma. gece saat bir: sonunda yeşil ışık yandı. az sayıdaki eşyamızı yanımıza alıp hızlıca balıkçı teknesine yerleştik. alacakaranlıkta denize açıldıktan 1 saat sonra küçük tekne görünmeye başladı. yaklaştığımızda bize ipten yapılmış bir merdiven atıldı. bu yorgunlukla ayağım kayarsa ve denize düşersem ne olacak? çok şükür, sonunda bizi günlerdir sabırsızlıkla bekleyen kaptanın teknesindeyiz.

yolculuk:

yolculuk yaptığımızı zannediyoruz oysa sadece bedenlerimizi bir yerden bir yere taşıyoruz. uçak seyahatlerinde yemeği eleştiriyoruz, yarım saatlik gecikmeden dolayı şikâyet ediyoruz! işte atalarımızın anlattığı yolculuk bu: zor bir başlangıç, tehlikelerle dolu bir yol, ulaşma garantisi yok ve her aşamada yeni bir sürpriz! ne kadar da şanslıymışım, durmadan seyahat eden ben sonunda gerçek bir seyahatin tadına varacağım.

deniz:

japon haiku şairi meiji meşhur bir şiirinde şöyle diyor: "kalbim bu dünyaya âşık, başka hangi dünyada böyle çiçekler görebilirim?” evet, benim de kalbim bu dünyaya âşık, başka hangi dünyada böyle deniz görebilirim! özellikle de güneşin batma anı... sanki gizli bir el ufku tutuşturdu. özellikle ayın doğduğu an, sanki gizli bir el kara sulara ışıktan bir nehir döktü. sorun şu ki, her değerli şeyin bir bedeli var. bu denizin cemalini ve celalini hayretle izlemek için ödeyeceğin bedel de ne kadar yüksek! yükselip alçalmayan sert karada yaşama nimetinin kıymetini kim biliyor?”

ortam:

cuma ve cumartesi günkü durumumuz şöyle özetlenebilir: daracık bir yer, dünyayla bağlantımız kesik, lanet bir deniz tutması, yemeğin kalitesizliği ve iştahsızlık. uyku zor, hatta imkânsız. teknenin basılması halinde barışçıl direniş ve batması halinde de can kurtarma tatbikatları, bütün bunların moralimize yansımaları... eğer bizim halimiz böyleyse, ölüm botlarında avrupa kıyılarına geçmeye çalışan onca garibanın hali kim bilir nasıldır? allah yardımcıları olsun, kader onları karadaki dehşetten sonra denizin dehşetiyle de tanıştırıyor.

kaptan, ilk andan itibaren burada hiç kimsenin bir diğerinin hizmetçisi olmadığını ve teknede birinci sınıf yolcu uygulamasının bulunmadığını hepimize belirtti. demokrasinin böylesine oturmuş olduğu bir milletin (isveçlilerin) teknesinde eşitliğin bir prensip ve uygulama olması çok doğal. her sabah görev listesine bakmam gerekiyordu ve bulaşıkları yıkama sırası cumartesi günü bendeydi.

by Munsif Marzuki


gazeteciler:

al jazeera ekibi, faslı gazeteci muhammed bakkali ve filistinli prodüktör ve kameraman ammar hamdan olmasaydı, yolculuğum kör ve sağır geçecekti. organizatörler, israil’in kanal 2 muhabiri gazeteci ohad hamo’yu tekneye kabul etmekle iyi yaptı. aklımdan silinemeyecek bir kare yaşandı: israilli gazeteci hamo, dalgalar tekneyi bir aşağıya bir yukarıya savururken filistinli kameraman ammar hamdan’a kamerasını yerleştirme konusunda yardım ediyordu. hamdan da onun uydu alıcısındaki sorunu çözmeye çalışıyordu. denizin dalgaları ve teknolojinin çirkinliğiyle boğuşmalarını şefkatle ve hayretle izledim. karşıt siyasetler onları ayırırken, meslektaşlık birleştiriyordu.

tabaklar:

kaptan, ilk andan itibaren burada hiç kimsenin bir diğerinin hizmetçisi olmadığını ve teknede birinci sınıf yolcu uygulamasının bulunmadığını hepimize belirtti. demokrasinin böylesine oturmuş olduğu bir milletin (isveçlilerin) teknesinde eşitliğin bir prensip ve uygulama olması çok doğal. her sabah görev listesine bakmam gerekiyordu ve bulaşıkları yıkama sırası cumartesi günü bendeydi.

sorun, muhammad bakkali’nin benim yerime tabakları yıkamaya kalkışmasıydı. benim gibi birinin yirmi kişinin yemek bulaşıklarını yıkamasını kabullenemiyordu sanki. muhammad hakikaten çok hoş bir insandı fakat kirli tabaklarla ve genel olarak ev işleriyle olan ilişkimden habersizdi.

yasaklı olduğum dönemde zorunlu ev ikametim sürerken, ev işlerinin sakinleştirici etkisini keşfetmiştim. erkeklerin hoş karşılamadığı bulaşık yıkama sırasında ya da bahçedeki çimleri keserken fikirlerin ne kadar kolay geldiğini öğrenmiştim. bu alışkanlık, cumhurbaşkanlığı yaptığım dönemde bile devam etti. hafta sonları yardımcıların olmadığı susa kentindeki mütevazı evimize kaçıyorduk. küçük mutfağımızda yemek yapar, bulaşıkları da beraber yıkardık. okumaya vaktim olmadığından eşim sağlık dergilerinde okuduklarını bana özetlerdi.

nezaketinden dolayı sana çok teşekkür ederim muhammed. ancak gazze’ye olan sevgilerini göstermek için yola çıkan aktivistlerin bulunduğu teknede, eski bir cumhurbaşkanının bulaşıkları yıkaması ayıp değil, hatta emsalsiz bir onur.

gazze:

tekneye baskın yapıldığı takdirde nasıl barışçıl şekilde direneceğimiz ve can yeleklerimizi nasıl giyeceğimiz konusunda eğitim vermekle görevli kişi, kanadalı bir doçent. kendisine ve diğerlerine burada bulunma nedenlerini sorduğumda “ben ‘kızılderililer’ denen asıl yerlilerin sülalesindenim. bana göre bugün gazze, dünyanın en büyük ‘asıl yerlilerinin’ kuşatıldığı alan. dayanışmak için buradayım” yanıtını verdi.

hayır, azizim. gazze harabeye dönüşse bile, düşman ve dost tarafından kuşatılmış olsa bile, aç ve susuz olsa bile, yaraları iltihaplansa bile… gazze hiçbir zaman yavaşça intihara giden, yenilgiye uğratılmış bir kabilenin yaşadığı kuşatılmış bir yer olmadı ve olmayacak. gazze karanlıkta ışıltısını kaybetmeden, onurla ve umutla kaba şiddete teslim olmayı reddediyor ve zorluklara karşı dimdik duruyor. gazze ölüme direnirken ve ölümü hezimete uğratırken, en güzel hayat karesi oluyor. bunun için gazze’nin yolunu tuttum. belki gazze de bize ruhundan az bir şey bağışlar.

korku:

isveçli denizciler, deniz tutmasını önlemek için ufuk hattına sabit bir şekilde bakmamızı öneriyor. tavsiyeyi deniyorum, sonuç büyük bir başarı sayılmaz. birden yanıma israilli gazeteci ohad hamo oturuyor, o da mide bulantısını yenmeye çalışıyor.

arapçayı akıcı bir şekilde konuşan adam, doğrudan konuya giriyor ve bana şunları söylüyor: “doktor, sen israil’i ve halkının zihniyetini anlamıyorsun. babam fas’tan, annem de iraklı. annem teröristlerin gelip onu yatağında kesmelerinden çok korkuyor. sürekli bir korku halinde yaşıyor. bu, çok sıra dışı bir örnek değil. izleyicilerimizin ilgisini çeken haberler hangileri, biliyor musun? işid’le ilgili her şey. siz araplar, israil zihniyetindeki korkunun önemini ve art arda gelen hükümetlerin politikalarına etkisini anlamıyorsunuz.”

29 haziran pazar. mısır kıyılarına 200 milden fazla uzaklıkta olmamıza rağmen tehlikelerle dolu bir gün. karanlık çöktüğünde kritik saatin yaklaştığı içime doğuyor. giyinik olarak ve ayakkabılarımla uyumaya karar veriyorum. pazartesi sabahı saat biri çeyrek geçe ikaz alarmları çalmaya başlıyor ve hep beraber eğitildiğimiz gibi can yeleği kutularına koşup belirlenmiş yerimize geçiyoruz.

by Munsif Marzuki


fesüphanallah! bu adam 60 yıldır israil ordusunun, filistinli çocukların içine saldığı korkuyu biliyor mu? bu lanetli bir ikilem ve herkesin içinde döndüğü bir kısır döngü. herkes korkuyor ve korkutuluyor. kimse, sadece daha çok korkuya neden olacak bu korku güdümlü davranışları durduramıyor.

yaşlı yahudi’nin uyurken kimsenin onu kesmeyeceğini, yaşlı filistinli kadının da oğlu akşam dışarı çıktıktan sonra eve dönüşü gecikse bile sağ salim döneceğini düşündüğü günler ne zaman gelecek?

stres:

tam üç gün oldu. denizden, su ile erzakın azalmasından ve günlük hayat şartlarının gittikçe zorlaşmasından başka bir şey yok. beklemek stresi artırıyor. al jazeera ekibinin uydu telefonuyla aldığı bilgiler, israillilerin bize engel olacağı yönünde. diğer üç tekneyle ilgili haberler de kötü. teknelerden bir tanesi sabote edildi. diğer ikisi ise denize açıldı, ancak bizim geçmemize izin verilmediği takdirde planlandığı gibi israil’e karşı direnmeyecekler.

korsanlık:

29 haziran pazar. mısır kıyılarına 200 milden fazla uzaklıkta olmamıza rağmen tehlikelerle dolu bir gün. karanlık çöktüğünde kritik saatin yaklaştığı içime doğuyor. giyinik olarak ve ayakkabılarımla uyumaya karar veriyorum. pazartesi sabahı saat biri çeyrek geçe ikaz alarmları çalmaya başlıyor ve hep beraber eğitildiğimiz gibi can yeleği kutularına koşup belirlenmiş yerimize geçiyoruz.

birden teknemizin yanında ışıklarını bize doğru çevirmiş iki savaş teknesinin bulunduğunu fark ediyoruz. büyük bir şaşkınlık anı… israil teknesinin kaptanı, suriye şiveli düzgün arapçasıyla megafondan bana sesleniyor: "sayın marzuki, öncelikle ülkenizde cuma günü meydana gelen terör saldırısı nedeniyle başsağlığı dileriz. ancak oradaki teröristlerle savaşıp buradaki teröristlere destek vermeye nasıl gelirsiniz?"

cevap vermemeyi tercih ediyorum. adam devam ediyor: "siz ve sayın gattas'a güvenliğiniz ve aşdod’a hızlı varmak için bizimle gelmenizi öneririz." benim yerime basel gattas tekliflerine olumsuz cevap veriyor. bizim ve al jazeera ekibinin burada olmasının, filodaki diğer katılımcıların garantisi olduğunu en iyi biz biliyoruz.

israil askerlerinin eline geçmesini engellemek için teknenin motorunu kilitleyen isveçli kaptan şu an yanımda. hepimizin inandığı şeyi söyleyip duruyor: bu tekne isveç toprağı ve uluslararası sularda bulunuyor. bu insanların bizi engellemeye hakkı yok.

by Munsif Marzuki

daha sonra israil askeri, isveçli kaptandan tekneyi teslim etmesini istiyor ancak kaptan reddediyor. isveçli kaptan zamanında benimle şakalaşarak, “burası isveç toprağı. ayak basmak isteyen israillilerden vize isteyeceğim” demişti. iki saat tartışma ve tehditle geçiyor. taleplerini reddedince saldırı başlıyor.

bu arada isveçli ekibi profesyonellikleri, cesaretleri ve özverilerinden dolayı tebrik ediyorum. çoğu usta denizci insanlar, işlerini bırakıp bir insani dava için gönüllü olmuşlar. aynı ispanyol avrupa parlamentosu milletvekili, rus gazeteci ve yeni zelandalı aktivistin yaptığı gibi... hepsi farklı ırk ve dinlere mensup, bir dava ve ilke adına hayatlarını ve konforlarını tehlikeye atmış insanlar… bütün bunlardan sonra insanlıktan umudunu kestiğini söyleyen birileri de çıkar karşına.

tıpkı bir sinema sahnesi gibi, teknemiz silahlarını bize doğrultmuş maskeli askerlerle dolup taşıyor. kaptan kamarasından bağrışlar yükseliyor, askerler elektro şok tabancalarıyla isveçli ekibe saldırıyor. hâlbuki ekipten hiç kimse silahlı değil. on dakika sonra teknenin ön kısmında sakince durmamız gerektiği söylenen yerde beklerken, elleri ayakları bağlanmış arkadaşlarımız aramıza fırlatılıyor.

israil askerlerinin eline geçmesini engellemek için teknenin motorunu kilitleyen isveçli kaptan şu an yanımda. hepimizin inandığı şeyi söyleyip duruyor: bu tekne isveç toprağı ve uluslararası sularda bulunuyor. bu insanların bizi engellemeye hakkı yok.

bu, gücün ve zorbalığın meşruiyetine inanan o insanların karşısında meşruiyetin gücüne inananların görüşü.

israilliler tekneyi yeniden çalıştırana kadar uzun saatler geçiyor. şimdiki soru ise şu: tekne tıka basa doldu, artık oturarak bile uyumak imkânsız hale geldi. peki son güne kadar buna nasıl katlanacağız?

döner, humus, labne:

pazar akşamüstü, saat 6. kıyının izleri görünmeye başladı. esir tekne sürüklenerek büyük hapishaneye doğru yavaş yavaş yaklaşıyor. ayrılacak olan yolcularının aksine o, sonsuza dek kaçıranlarının elinde kalacak.

yanımda israilli bir adam var, adı durur. uzaktaki belirsiz şehir siluetlerinin yavaş yavaş netleşmesini izlerken bana o coğrafyayı anlatmaya başlıyor: "karşında aşkelon (askalan), sol tarafta aşdod ve diğer tarafta gazze var, ancak buradan görünmez."

bu adam en sempatik, en kibar ve en enteresan katılımcılardan biri. israil doğumlu, genç yaşta orduda askerliğini yapmış. ancak halkının başka bir halka yaptığı zulme dayanamayıp israil vatandaşlığından çıkarak isveç’e göç etmiş. o karardan itibaren filistin davası savunucusu olmuş. özgürlük filosu’nun da fikir babası. müzisyen olan bu adamın ümmü gülsüm’ün en meşhur parçalarından ente umri’yi caz saksafonuyla çalışını dinlerken insan hayrete düşüyor.

yan yana durduğum bu adam kötü muameleye maruz kalacak tek şahıs olduğu için ona acıyarak baktığımın farkında değil. bu, onun üçüncü meydan okuma yolculuğu ve bana dediğine göre, ayağı gazze’ye basana dek durmayacak. aramızda siyonistler ile yahudileri karıştırmakta ısrarlı olan ne kadar çok aptal var.

durur birden sahile bakarak haykırmaya başlıyor: "döner, humus, labne, künefe!" şaka mı yapıyor yoksa onu boğan gözyaşıyla mı mücadele ediyor, tam kestiremiyorum. tuhaf belki ama bir tür vatana sevgi haykırışı bu. ilk yemeğin toprağı, ilk toprağın yemeği. ana toprak, besleyici toprak.

durur tekrar bağırmaya başlıyor dua edercesine: "döner, humus, labne, künefe!" sonra da içinde ağlayan biri varmış gibi susuyor.

bütün bu yemekler filistin yemekleri. ancak israilliler bu yemeklere el koymuş. sanki bu yemeklere el koyunca ayaklarının altında halen sallanan toprağa kök salabilecekler. en azından savaşan iki milletin ortak paydası bu oldu. yemek, kalben ve zihnen ayrılanları birleştirdi.

iki baba:

pazar günü, saat dokuz. esir tekne aşdod limanına vardı. hiçbir zaman, hele böylesi tuhaf bir durumda ayak basacağımı tahmin etmediğim bu toprağa adım atıyorum. israil ordusu subayları bana son derece saygılı davranıyor, aralarından doktor olan yanıma gelerek sağlık durumumu kontrol ediyor ve gerektiği takdirde yardımcı olmayı teklif ediyor.

küçük salonda, meyve ve tatlıların doldurduğu masanın etrafında subayların en rütbelisi bana kendini tanıtıyor: general mordhay, gazze şeridi sorumlusu. kibar bir dille gazze’nin durumuyla ilgili doğru bilgilere sahip olmadığımı iddia ediyor. teröristlerin roket atmaya devam etmesine rağmen israil’in bonkörce gazze’ye su, elektrik ve gıda sağlamaya devam ettiğini anlatıyor. buna karşılık ben de kibarca gazze halkının seyahat, güvenlik ve dünyayla iletişim hakkına sahip olduğunu söylüyorum.

arap ve yahudi söylemleri çıkmaz yola girdi, iki devletli çözümden her geçen gün uzaklaşılıyor ve tek çözüm, sayısız bireysel ve toplumsal trajediyi azaltan mandela’nın kurmuş olduğu, demokratik sivil devlet örneğindeki gibi bir devlet.

by Munsif Marzuki


bu da araplar ile israilliler arasında onların "bağımsızlığı”, bizim de nekbemizden beri devam eden ve hiçbiri bir sonuca varamayan tartışmalardan biri. hiçbir zaman ortak noktada buluşamayacak iki paralel hatta bir tartışma…

neden sonra general konuyu değiştirerek soruyor: "siz doktorsunuz, branşınız nedir?" "sosyal tıbba geçiş yapmadan önce sinir hastalıkları, özellikle sara hastalığı uzmanıydım." diyorum. kısa bir tereddüt anından sonra “kızımda şiddetli kas titremesi rahatsızlığı var.” diyor. hukukçu ve politikacı kimliklerim buharlaşıyor, ortada sadece bir tek doktor kalıyor. “dibakin” ilacının krizleri kontrol etmeyi başarıp başarmadığını soruyorum. “hayır. ancak elektro şok tedavisini deniyoruz” diye cevap veriyor.

yanıtında kısa bir an da olsa acıyı seziyorum. kendi kızı da hastalanan ve o süreçte aklını kaçırma noktasına gelen bir baba olarak onu benden daha iyi kim anlayabilir ki?

kız çocukları babalarına ne kadar düşkünse, babalar da kızlarına o kadar düşkün olur. bunu kim bilmez? en kötü tecrübelerle karşılaşmış bir babayla aynı tecrübeyi yaşamış bir babadan başka kim empati kurabilir? birden o paralel iki hat klasik geometrik ve siyasi kanunları çiğneyerek ortak noktada buluşuyor.

sonra parantez hızla kapanıyor ve herkes rolüne bürünüyor. o siyonistliğine, ben ise araplığıma. iki hat yine asla kesişemeyeceği eski haline dönüyor.

duyumlar:

general bana “sizi ürdün’e göndermemizi ister misin?” diye soruyor. “eşim fransa’da beni bekliyor” diye cevap veriyorum. “öyle olsun, hayırlı yolculuklar. istediğiniz zaman bizi ziyaret edebilirsiniz” diyor.

ertesi gün üç yıldan beri yalan haber üretme görevi üstlenen tunus’taki bir merkezden yeni bir fıkra çıkıyor. israillilere fransa pasaportumu gösterdikten sonra "ülkemedöndüğüm yönünde haberler yazılıyor. gerçek ise farklı, ben hayatımda tunus pasaportundan başka bir pasaporta sahip olmadım. ah şu yalan haberler yayınlayan sinsiler… ah ve bin ah şu yalan haberlere kulak asan aptal insanlar.

rüya ve kabus:

pazartesi günü, sabah saat bir. tel aviv havaalanının bekleme salonundayım. uçağın paris’e kalkışına daha 6 saat var. birden bekleyenlerin arasında bir anda beliriveren otomatik silahlı bir adamın görüntüsü aklıma geliyor. ibrahim camii’nde namaz kılanları kurşun yağmuruna tutan aşırı yahudi’ye benzer bir adam… bir süre önce, evimden sadece birkaç yüz metre uzaktaki plajda yabancı turistleri kurşun yağmuruna tutan deliye benzer bir adam...

arkamda oturan ve yüksek sesle konuşan arap ailenin çığlıklarını hayal ediyorum. masaların etrafında koşuşan yahudi çocukların, tekerlekli sandalyedeki kadının çığlıklarını… ve kendi kanımın da karıştığı bir kan havuzu geliyor gözümün önüne.

bu çirkin kareleri zihnimden uzaklaştırmak için düşüncelerimi hayatımı adadığım davaya yoğunlaştırmaya çalışıyorum.

siyasetçi olarak tavrım her zaman koşulsuz şartsız filistin davasına destek vermek oldu, özellikle de gazze ablukasının kaldırılmasına… filistinlilerin arasındaki iç çekişmeye girmemek, onları olabildiğince safları sıklaştırmaya teşvik etmek, kabul ettikleri nihai çözümü yargılamadan kabul etmek… zira hiçbir arap’ın dava sahiplerinin söylediği sözün üstünde söz söylemeye hakkı yok.

hukukçu, düşünür ve insan olarak yılların tecrübesiyle belli konulardaki kanaatlerim netleşti. bunları şöyle sıralayabilirim:

1. “yahudileri denize atma” yönündeki milli arap söylemi bir çıkmaza girdi. zira bu söylem sadece ihtilaflı iki milleti değil, tüm bölgenin halklarını da yok edecek bir nükleer savaş bedeliyle gerçekleşebilir.

2. “filistinlileri nehrin ötesine atma” yönündeki milli yahudi söylemi de bir çıkmaza girdi.  çünkü bu söylem de eninde sonunda bir yıpratma savaşıyla herkesin yok olacağı bir senaryoyla gerçekleşebilir.

3. iki devlet çözümü, sağcı israillilerin açgözlülüğü ve aptallığı sonucu her geçen gün daha da uzaklaşıyor. zira onlar bir yahudi devleti istiyor, ancak hayatta kalma koşullarına sahip bir filistin devletinin kolunu bacağını kesen yerleşimlerle o yahudi devleti engelleniyor. sonra karmaşa büyüyor ve bir gün tek vücutta birleşmiş ikizleri ayırmak imkânsız olacak.

4. tek çözüm, mandela’nın yaptığı gibi, her iki halk için de sayısız bireysel ve toplumsal trajediyi azaltacak demokratik bir sivil devlet kurmak.

sorun şu ki kâbusu rüyaya çevirecek olan o mandela kim olacak? 20 kez müebbet cezasına mahkûm edilen mervan barguti mi?

aynı zamanda israilli bir mandela’ya da ihtiyacımız var. bu yüce görev için çocuk yetiştirecek bir yahudi anne var mıdır acaba?

fakat tarih kendini tekrar etmiyor. çözüm bir kişiye bağlı olmayabilir. çözüm, bitmesi istenmeyen bir savaştan beslenen o akıldışı vizyonu mağlup edecek mandela vizyonunda, mandela akımında yatıyor olabilir.

çözüm, demokratik seçimleri kazanacak, gelecek nesillere güvenli bir istikbal, adil bir barış ve herkes için bir devlet kuracak arap-ibrani mandela partisi’nde olabilir.

allah’ım güney afrika’da binlerce ölüm ve onlarca yıl süren kinden sonra siyahları beyazlarla barıştıran, japonları korelilerle, almanları fransızlarla dost, müttefik ve aynı devletin vatandaşı kılan sensin. her şeye kadir olan allah’ım, mucizeni yenile.

tefekkür:

tunus’tan alacakaranlıkta çıkmıştım. yanımda refakatçi olarak sadece büro müdürüm vardı. aynı şekilde dönmeyi planlıyordum. ancak sağ olsunlar, paris ve tunus havaalanlarına indiğimde çok sayıda vatandaşın beni karşılamaya geldiğini gördüm. bana en sık sorulan soru ise şu: 4. özgürlük filosuna katılacak mısınız? cevabım: kesinlikle hayır. yeni tehlikeler ve meşakkatlerden korktuğum için değil, zira bunlar üstesinden gelinebilecek şeyler. ancak operasyonun anlamını muhafaza edebilmek için böylesi daha doğru.

benim sözünü verdiğim şey, tunus’tan yelken açacak fas teknesinin hazırlıklarında aktif rol oynamak. güvertesinde, umut ederim şiddete karşın, ilkeleri ve değerleri yüceltmekten başka bir amaçları olmayan farklı ırk ve dinlere mensup çok sayıda hukukçu ve aktivist olacak. dillerinde ise hiçbir zaman aklımdan çıkarmadığım şu slogan: “dünyayı değiştirmeyi denemek naiflik, ancak hiç denememek de suç."

her geçen gün tüyleri ürperten, barbarlığa yürüyen bu dünyada yaşamalarına rağmen insanlıklarına şiddetle sarılan kadın ve erkekler.

sonuç:

evet, ablukayı delemedik, doğru. ancak burada mütevazı başarılar da var. hafızalardan silinmesi istenen bir davaya tekrar ışık tutuldu, kuşatma altındakilere sevgi ve dayanışma mesajı iletildi. gazze’yle dayanışma içerisinde olan, dini ya da siyasi nedenleri bir tarafa bırakıp insan haklarına inanan insanların halkasını genişlettik.

israil yetkililerinin uluslararası hukuka ve insan haklarına olan aldırmazlığı ve küstahlığı bir kez daha ortaya çıktı. benim için de katılımcıların hepsinin sağ salim olması çok önemliydi. hatta bir ara akıbetinden endişelendiğim al jazeera kameramanı ammar hamdan da sağ salim kurtuldu. onun da bizim gibi bu krizden daha güçlü ve daha metin çıktığını düşünüyorum.

munsif el marzuki, tunus eski cumhurbaşkanı, düşünür, siyasetçi ve insan hakları savunucusu. cumhuriyetçi kongre partisi’nin 21 temmuz 2001’deki kuruluşundan 12 aralık 2011'e kadar genel başkanlığını yaptı. israil'in gazze'ye yönelik ablukasını delmeyi hedefleyen 3. özgürlük filosu'nda yer aldı.

twitter'dan takip edin: @moncef_marzouki

bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve al jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Munsif Marzuki

tunus eski cumhurbaşkanı, düşünür, siyasetçi ve insan hakları savunucusu. cumhuriyetçi kongre partisi’nin 21 temmuz 2001’deki kuruluşundan 12 aralık 2011'e kadar genel başkanlığını yaptı. israil'in gazze'ye yönelik ablukasını delmeyi hedefleyen 3. özgürlük filosu'nda yer aldı. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;