Görüş

Krizden stratejik değer üretmek

ABD’ye stratejik değerini kanıtlamaya çalışan, bunu kaybetmekten korkan bir anlayış olarak stratejik önem söylemi, Soğuk Savaş koşullarında yerleşti. Dolayısıyla Soğuk Savaş döneminden kalan ve sorunlu bir nitelik içeren bu tanımlama, birçok açıdan Türkiye’ye zarar verdi, vermeye de devam ediyor.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Başbakan Erdoğan iki ülke arasındaki enerji alanındaki ortak projelere de değindi. [Fotoğraf: AA-Arşiv]

toplumların kendilerini dünyanın merkezine koymaları ve önemsenme talepleri rastlanan bir durumdur. mısırlıların ülkelerini ümmü dünya (dünyanın annesi), çinlilerin ise tianxia (cennetin ve yeryüzünün merkezi) kavramları buna örnektir. ülkemizin siyasal, bürokratik elitleri ve akademik çevrelerinin ise türkiye’nin dünyadaki yerini, bu türden mistik, dinsel ve tarihsel bir kavramsallaştırma yerine içinde bulunduğu coğrafi konum ve stratejik önem üzerinden tanımlamayı tercih ettiklerini görüyoruz.

bu söylem, her bölgesel krizde ve küresel sistemin her yapılanmasında yeniden gündeme getirildi. ilginç bir biçimde, ‘türkiye’nin stratejik önemi artıyor’ diyerek memnuniyet duyan siyasetçiler, bürokratlar ve akademisyenler türkiye’de hep var olageldiler. söz konusu kesimler, örneğin soğuk savaş bittiğinde türkiye’nin önemi azalacak diye ciddi endişeye kapılabildiler.

stratejik önem söyleminin kuruluşu, uygulaması ve yansımaları

stratejik önem söylemi, ikinci dünya savaşı sonrası dönemde türkiye için batı ve daha özelde abd ile ilişkilerini tanımlayan bir kavram, bir siyaset yapış tarzı olarak ortaya çıktı. ahmet şükrü esmer’in foreign affairs dergisinde 1947’de yayımlanan ve günümüzde halen sıkça kullanılan “the turkish straits: crux of world politics” (türk boğazları: dünya politikasının merkezi) başlıklı çalışmasında (makalenin orijinal ingilizce metni), söylemin ilk izleri görülüyordu.

özellikle abd’ye stratejik değerini kanıtlamaya çalışan, bunu kaybetmekten korkan bir anlayış olarak stratejik önem söylemi, soğuk savaş koşullarında yerleşti. o dönemde elinde fazla bir değeri (demokrasi, kültür, bilim, teknoloji, ekonomik başarı) olmayan türkiye, abd ile kurduğu ittifak ilişkisini, ekonomik yardım karşılığında coğrafyasını kullandırma ve (1950-1953 kore savaşı’nda olduğu gibi) ordusunu/savaşma kapasitesini sunma pazarlığına dayandırdı. dolayısıyla soğuk savaş döneminden kalan ve sorunlu bir nitelik içeren bu tanımlama, birçok açıdan türkiye’ye zarar verdi, vermeye de devam ediyor.

bu bağlamda stratejik önem anlayışının sorunlu alanlarını üç madde halinde özetleyebiliriz:

1) ‘stratejik önem’ söylemi; dış politikada inisiyatifi türkiye’nin elinden alarak onu edilgen bir konuma itiyor. dış politikayı, türkiye dışındaki denetleyemediği bir ortama, gelişen krizlere ve sorunlara bağımlı kılıyor. diğer bir deyişle, türkiye’nin varoluşu ve uluslararası sistemdeki yeri adeta küresel jeopolitiğe tabi kılınıyor, küresel jeopolitiğin bir nesnesi haline getiriliyor. zaten batı sistemi de bir ülke ya da bölgenin stratejik öneminin arttığını söylediğinde, beraberinde bir talepler listesi hazırlamaya başlıyor. sonuç itibarıyla stratejik önem söylemi, sağladığı faydadan çok ekonomik, siyasal, diplomatik ve insani bedeller getiriyor.

2) ‘stratejik önem’ söylemi; aslında yapısal değil, konjonktürel bir nitelik taşıyor. türkiye’de jeopolitik algısı genellikle toprak/territory (bir devlete ait kara parçası, ülke) merkezli ve statik kabullere dayalı olduğundan, burada meselenin coğrafya kadar küresel siyasetteki dönüşümden kaynaklandığı atlanıyor. bir kriz bittiğinde stratejik önemin korunması için başka bir krizin, çatışmanın başlaması gerekiyor.

3) ‘stratejik önem’ söylemi; temelde güvenliği, askeri meseleleri, tehdit algılamalarını öne çıkardığı için ülke içerisinde demokratikleşme ve insan hakları gibi konuları geri plana iten bir nitelik taşıyor. yaşanan krizler ve çatışmalardan, gerginliklerden yararlanmaya çalışan bir ülke görüntüsü ortaya çıkarıyor ve etik sorunlar da barındırıyor.

geçmişten bugüne stratejik önem söyleminin nasıl ve hangi durumlarda kullanıldığını hızla tarayacak olursak, ortaya çıkan tablo, birbiriyle çelişkili ama son kertede her ortamda ülkeyi önemli kılmaya çalışma çabasına dayanması nedeniyle tutarlı bir çizgiye işaret ediyor. türkiye; soğuk savaş döneminde sovyetler birliği olduğu, 1991’de sovyetler yıkılınca bu kez olmadığı için stratejik önem taşıyordu.

adriyatik’ten çin seddi’ne kadar geniş bir coğrafyada nüfuz alanı kurma adaylığı, irak ve iran’ın 1990’larda abd tarafından çevrelenmesine yardım etmesi, balkanlar ve kafkasya’daki güç boşluğunu doldurmaya çalışmasıyla stratejik önemi arttı. ama söz konusu boşluğu dolduramaması ve burada savaşlar yaşanması üzerine stratejik önemi yine arttı.

11 eylül saldırılarının gerçekleşmesi üzerine abd'nin george bush döneminde afganistan’ı işgal edip islami radikalizme savaş açması lakin barack obama döneminde islam dünyası ile arasını düzeltmeye çalışması da türkiye’nin stratejik önemini arttırdı.

2003’te abd’nin, türkiye izin vermezse irak’ı işgal edemeyeceği düşünüldüğü fakat işgal sonrasında çekilme sürecinde türkiye’ye ihtiyaç duyacağı, orta asya ve kafkas petrolleri türkiye’den geçeceği ve iskenderun limanı da rotterdam’ın yerini alacağı beklentisi ortaya çıkacağı için stratejik önemi arttı.

önce arap baharı’nın ortaya çıkması, arap baharı suriye’de karanlığa dönünce buradaki çatışma nedeniyle stratejik önemi arttı. sonuçta türkiye’nin en büyük stratejisi; her dönemde ve neredeyse her krizde kendisini bir şekilde önemli addeden, dünyaya bunu böyle sunabilen bir stratejik önem söylemi yaratabilmesiydi.

davutoğlu ve türkiye’nin stratejik konumunda süreklilik

2000’lerde dış politika konusuna hızlı bir giriş yapan adalet ve kalkınma partisi (akp) ve onun dış politikasını formüle eden ahmet davutoğlu, geçmişin dış politika anlayışını eleştirerek işe başladı. fakat o da soğuk savaş artığı bu söylemi farklı kavramlarla yeniden üretmeye devam etti.

davutoğlu’na göre, soğuk savaş dönemin kanat ülkesi olan türkiye, akp döneminde “merkez” ülke olmaya başlamıştı. onun stratejik derinlik (küre yayınları, 2001) başlıklı çalışmasında temellerini attığı coğrafya merkezli dünya algısı ve kullanılan ağır jeopolitik dil, daha sonraki yazı ve konuşmalarında devam etti. davutoğlu’nun tanımlamasıyla “afro-avrasya” kıtalarının merkezinde yer alan türkiye, jeopolitik havzalarla çevriliydi ve bu konumuyla büyük bir stratejik öneme sahipti.

2009’da dışişleri bakanlığı koltuğuna oturan davutoğlu’nun, dönemin amerikan dışişleri bakanı hillary clinton ile bir görüşmesinde türkiye’yi tanımlarken kullandığı yöntem, geçmişten gelen ve abd’ye türkiye’nin ne kadar önemli bir konumda bulunduğunu göstermeye dayalı anlayışı ortaya koyması açısından çarpıcıdır. davutoğlu clinton’a, ankara’yı merkez alan 1.000 km’lik bir daire çizildiğinde bunun içinde 22 başkentin yer alacağını, 3.000 km’lik bir dairede ise 77 başkent bulunduğunu söylemiştir.

kırım krizi, türkiye’nin stratejik önemi ve ödenecek bedeller

son olarak 2014 başında kırım’da ortaya çıkan kriz, yine “türkiye kilit ülke” türünden tartışmalara yol açtı. rusya’nın kırım’ı ilhak etmesi, gerek boğazlar gerekse de kırım tatarları ile tarihi ve insani bağları nedeniyle ‘türkiye’nin stratejik öneminin arttığı’ değerlendirmelerini beraberinde getirdi. 

davutoğlu yalnızca stratejik önem ile sınırlı olarak değil, aynı zamanda daha geniş bir coğrafyada türkiye’nin hem geçmişe göre daha aktif hem de nüfuz sahibi olacağı söylemini geliştirmişti. bu süreçte hem yumuşak güç unsurları -bölgesel sorunlara angaje olarak çözüme katkı sağlamak, komşularla sorunları çözmek, arabuluculuk yapmak, kamu diplomasisi araçlarını ve kültürel araçları kullanmak- hem de sert güç anlayışı -bölgesel güç olmak, oyun kurucu ve merkez ülke haline gelmek- hedefi ve siyaseti benimsenmişti.

ne var ki, son 10 yıldır bölgede yaşanan krizler, çatışma ve savaşlar, bir yandan ‘türkiye’nin stratejik önemini arttırması’ tartışmalarını gündeme getirirken, öte yandan akp hükümetinin ve davutoğlu’nun dış politika anlayışının sınırlılıklarını ortaya koydu. bir bakıma türkiye, davutoğlu ile birlikte dış politika hedeflerini büyütmesi ve coğrafi etkinlik iddiasını genişletmesinin sıkıntılarını yaşamaya başladı.

ukrayna ve kırım’daki kriz, bunun son halkasını oluşturdu. türkiye, ukrayna’nın toprak bütünlüğünü destekleme ve kırım tatarları’nın haklarının korunması gerekliliğini dile getirme dışında bir siyaset üretemedi. dahası kırım tatarları’nın mülklerinin tekrar ellerinden alınması gibi sorunlar karşısında türkiye’nin elinden bir şey gelmemesi, söz konusu iddialı söylemlerinin yetersizliği ve temelsizliğini ortaya koyacak. keza türkiye’nin caydırıcı bir bölgesel güç, sorun çözücü ve oyun kurucu gibi nitelikleri olmadığı da anlaşıldı. zira tüm bu iddialar, kırım’ın ilhak edilmesiyle bir kez daha yanlışlandı.

kuşkusuz karadeniz’in önemi artıyor ve bu da türkiye’nin stratejik öneminin artması anlamına geliyor. ama bunun türkiye’ye daha fazla sorun yaratmak dışında ne dış politikaya, ne ekonomiye, ne de türkiye cumhuriyeti vatandaşlarının yaşam kalitesinin artmasına bir katkısı olacak.

karadeniz’de daha fazla abd/nato savaş gemisi dolaşacak, rusya bundan rahatsız olacak, bu gemilerin 1936 - montrö boğazlar sözleşmesine göre 21 gün kalması gerekirken daha fazla kaldığını iddia edecek. ukrayna’nın doğusunda istikrarsızlık arttığında rusya’ya yaptırımlar ağırlaşacak, türkiye’den bunların bazılarına uyması beklenecek ve rusya ile türkiye, suriye’den sonra bir başka bölgesel sorun nedeniyle karşı karşıya gelecek.

türkiye’nin rusya’dan aldığı doğalgazın fiyatında indirime gidilmeyecek, bir olasılık rusya’dan türkiye’ye gelen turist sayısı azalacak, rusya türkiye’den ithal edilen tarımsal ürünlere kısıtlama getirecek vs. dolayısıyla türkiye’nin önemi abd, avrupa birliği ve rusya gibi aktörler nezdinde artacak ama bunun türkiye’ye bir yararı olmayacak. 

o yüzden bölgesel sorunları tanımlarken ve türkiye’nin tutumunu belirlerken, bunların ülkenin stratejik önemine faydalı olup olmayacağı perspektifinden vazgeçip bu söylemi reddederek işe başlamak ve bu sorunların çözümüne yapılabilecek katkıya odaklanmak gerekiyor.

ilhan uzgel, ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi uluslararası ilişkiler bölümü'nde öğretim üyesi. dış politika ve balkanlara dair birçok makalesi yayımlanan akademisyen, bölgedeki seçimlerde uluslararası gözlemci olarak görev yaptı. 'ulusal çıkar ve dış politika' (imge kitabevi, 2004) başlıklı kitabında, uluslararası ilişkiler disiplininin temel unsurlarından olan 'ulusal çıkar' kavramını, eleştirel kuram çerçevesinde değerlendirdi. bülent duru ile birlikte 'akp kitabı: bir dönüşümün bilançosu' (phoenix yayınevi, 2009) başlıklı çalışmayı derledi. 

twitter'dan takip edin: @ilhanuzgel

bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve al jazeera’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

İlhan Uzgel

ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi uluslararası ilişkiler bölümü öğretim üyesi. balkanlar'daki seçimlerde uluslararası gözlemci olarak görev yaptı. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;