Blog

Arafat’la bir gece yemeği

Başımı kaldırdığımda Arafat'ın o ünlü bakışlarıyla karşılaştım, muzipçe ve dudağının ucuna yerleştirdiği gülümsemesiyle beraber...

Filistinliler nezdinde kült bir figür olan Yasir Arafat, İsrail Başbakanı İzak Rabin ile beraber 1993'te Oslo Barış Anlaşması'na imza atmıştı.
-teşekkür ederim, bay başkan…
 
filistin lideri, gülümsemesini hiç bozmadan teşekkürümü kabul ettiğini belirtmek için başını hafifçe salladı.
 
yaser arafat’a teşekkürümün sebebi, bana uzattığı küçük, yuvarlak ve yumuşak filistin ekmeğinden bir lokmaydı.
 
saatlerden beri, kendisiyle röportaj yapmak için bekliyordum. neredeyse gece yarısı olmuştu. 2002 yılından sonra israil’in dışarı çıkmasına izin vermediği ramallah’taki karargahı mukata’daydık.
 
filistin’de her işte olduğu gibi, röportaj için de saat verilmemişti. yaklaşık altı saattir bekliyordum. arafat’ın adamları, beklediğim odaya dalıp da "hadi, hadi!" diye seslendiklerinde, nihayet o anın geldiğini sanmıştım. ama hemen ardından “kamerayı bırak da gel.” dediklerinde arafat ile aynı sofraya oturacağıma dair hiçbir fikrim yoktu.
 
arafat’ın elinden gelen lokma
 
sofra kalabalıktı. arafat’ın yardımcıları da oradaydı. dikdörtgen bir masanın uzun kenarının ortasında oturuyordu arafat. içinde salataların, peynirlerin, zeytinlerin, çeşitli ezmelerin, meyvelerin olduğu mütevazı bir sofraydı.
 
arafat’ın işaretiyle yemeğe başlamıştık fakat arafat’ın yemek yemediğini, bana uzattığı lokmadan sonra fark ettim. etrafına dikkatlice bakıp kimin ne yediğini tespit etmekle meşguldü arafat. benden başlamıştı, belki de sofradaki tek yabancı kadın olduğum için. kibarlığıyla da bilinirdi, bir de tanıştığı yabancı kadınların ve filistinli çocukların elini öpmekle…
 
teşekkürümü aldıktan sonra, yiyeceklere bir göz attı. bir lokma ekmek daha alıp, haşlanmış yumurtanın beyazını elleriyle ayırdı, sarısını lokmanın üstüne koyup, bana tekrar uzattı. beyazını da kendisi yavaş hareketlerle çiğnemeye başladı. bunu birkaç kez tekrarlayıp, benim doyduğumdan emin olduktan sonra, sofradaki diğer kişileri elleriyle beslemeye devam etti. önce gözlemliyor, kimin en çok ne yediğine bakıyor, sonra da o kişiye, en çok yediği lokmayı, üst üste uzatıp duruyordu.
 
iki büyük siyasal başarısı
 
o anda arafat’ın siyasetteki en büyük başarılarından birinin sırrını anladım. arafat, birbirinden farklı düşünen onlarca örgüt ve fraksiyonu, yıllardan beri filistin kurtuluş örgütü (fkö) çatısı altında tutmayı işte böyle başırıyordu: o gruplara ihtiyaç duydukları şeyi vererek, gerektiğinde onları zorlayıp gerektiğinde de onlara karşı mesafe koyarak. en çok da karizmasını kullanarak…
 
fakat arafat’ın yumurtası, ekmeği, küçük ısırıklarla sessizce yediği elması dışında tam onun önünde duran ve hiç kimseyle paylaşmadığı bir yiyecek vardı. ne olduğunu bilmiyorum, ancak arafat’ın hiç kimseyle paylaşmadan yediği bu siyah şey muhtemelen susam ezmesiydi. kimseyle ama kimseyle paylaşmadan, bu ezmeyi ekmekle tabağından sıyırdı, bitirince de birdenbire sofradan kalktı.
 
arafat, filistin meselesinin savunulmasında da bu kadar kıskançtı. onun siyasetteki ikinci büyük başarısı da, filistin mücadelesini diğer arap ülkelerinin vesayetinden çıkarmasıydı. arap liderliğine soyunan ülkelerin 'filistin davası' üzerinden prim yapması ancak arafat’ın izin verdiği ölçüde gerçekleşiyordu.
 
hem sembol hem de sembolleri yaratan
 
arafat, filistin mücadelesinin sembolüydü; lakin filistin mücadelesinin sembollerini de o yaratmıştı. henüz öğrenciyken prag’da yapılan bir toplantıya başında kefiyesiyle katılmış, o saatten beri de hiç çıkarmayarak ve ucunu filistin haritasını andırır bir biçimde kenardan üçgen bırakarak, kefiyeyi filistin mücadelesinin sembolü haline getirmişti.
 
israil onu mukata’ya hapsettiğinde, mukata içindeki bir binadan birkaç metre ötedeki başka bir binaya geçerken, dünya basını da oradayken elinde makinalı tüfekle yürümüştü. arafat, basınla işbirliği yapmayı da iyi bilirdi.

yemekten birkaç saat sonra, nihayet röportaj için küçük çalışma odasına girdiğimizde bir süre sohbet ettik. yine o muzip gülümsemeyle hal hatır sordu; türkiye’den söz ettik biraz.
fakat hazır olduğumuzu söyler söylemez, o gülümseyen yüzü değişti. artık karşımızda öfkeli bir arafat vardı; kaşları çatık, yüzü asık, hapsedilmiş olsa bile mücadeleden vazgeçmeyeceğini sık sık vurgulayan ve ben ne sorarsam sorayım, kendi söylemek istediklerini haykıran bir arafat.
 
neredeyse her röportajda söylediği o meşhur cümlesini söylemeden de bitirmedi: “gökyüzündeki ay’ı talep etmiyoruz, kendi vatanımızı istiyoruz.”
 
söyleşi biter bitmez de yeniden gülümsemeye başladı.
 
arafat öldü, bir filistin devleti hala yok. arafat’ın ölümünden sonra ortaya çıkan fkö-hamas çatışması hala bitmiş değil.
 
ölümünden neredeyse on yıl sonra zehirlendiği anlaşıldı.
 
kendime sormadan edemiyorum: nihayet su yüzüne çıkan bu bilgiyi nasıl karşılardı, o müstehzi gülümsemesiyle, “nihayet anladınız.” diyerek mi, yoksa o öfkeli bakışlarıyla mı?

Ayşe Karabat

1970 yılında ankara'da dünyaya geldi. orta doğu teknik üniversitesi siyaset bilimi bölümünden mezun oldu. 1995’den beri çeşitli dergi, gazete ve tv kanallarında muhabir olarak çalıştı. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;