Görüş
İslam paradoksundan devlet paradoksuna Tunus seçimleri
Tunus'ta devrimden sonraki ilk seçimi kazanan İslamcı Nahda hareketinin ilk hatası bu zaferi yanlış değerlendirmek oldu. İslam, yolsuzluk devletinin egemen olduğu siyasette temizliğin ahlâki teminatıydı. Yoksa bu tercih İslam'ı siyasal İslamcılık mantığıyla bir iktidar projesi olarak seçme amacı taşımıyordu.

tunus şu günlerde parlamento ve başkanlık seçimlerine hazırlanıyor. ülke, her iki seçimde kimlerin yarışacağı, adayların programları ve eğilimleri etrafında tartışmalara sahne olurken seçim sonuçlarına ilişkin farklı tahminler yapılıyor.
partilerin seçtiği isimlerin incelenmesi, adayların hedefleri ve iddialarını öğrenmek açısından önemli; ancak seçimlerin akıbeti sadece siyasi güçlerin elinde değil. aksine ortada seçmenin aklı ve bilincine temas eden derin toplumsal bir hareketlilik var.
bugün tunus toplumunun gerçeğini ele alırsak hâlihazırda islam ve kimlik paradoksunun egemenliğinden devlet paradoksuna doğru bir tür dönüşümün yaşandığını gözlemliyoruz.
2011 seçimleri ve sonrası
islamcı nahda hareketinin devrimden sonra yapılan ilk seçimleri kazanması ve seçim öncesi hâkim olan hava, o dönem tunus'ta en çekici kelimenin (doğrudan veya dolaylı) islam olduğunun bir açıklaması niteliğinde.
tunus 2011 yılında yapılan kurucu meclis seçimleri öncesinde merkeze islam'ı koyan bir siyasi çekişmeler dönemi yaşadı. konu, başlarda dini değerlere hakaret ettiği iddia edilen iki sinema filmiyle ilgiliydi. oysa her iki film de önceki cumhurbaşkanı zeynel abidin bin ali döneminin tunus'u da dahil olmak üzere birçok ülkede gösterime girmişti.
islam'ın bu nüfuzu, aşırı hareketlere yakın bazı imamların birçok camiyi ele geçirmesinde ve camilerin seçim öncesi ve sonrası dönemde siyasi propaganda alanlarına çevrilmesinde de görüldü. ardından nahda hareketi seçimleri büyük bir farkla kazandı, ancak mutlak çoğunluğu alamadı.
peki şu şartlarda islam'ın bu yoğun nüfuzunun altında yatan sır nedir?
bu sırrı bazı tarihsel ve derin sosyal şartlara başvurmaksızın anlamamız mümkün değil. bu şartlar (bir asırdan fazla bir süredir) islam'ın nüfuzuna zemin hazırladı. zira siyasal islam tarihsel olarak modern devletin yani ulus devletin ortaya çıkışıyla irtibatlıdır. siyasal islam'dan maksat ise islam'ı, bir dini, kültürel ve uygarlık verisi olarak devletin ideolojik aygıtına dönüştürmek, islam'ı modern anlamda (yani 19'uncu yüzyılın ortalarıyla birlikte klasik devletin enkazı üzerine kurulan modern devletle irtibatlı) bir yönetim projesi olarak görmektir.
değişim iktidarın toprakla (değişmez sınırların ortaya çıkışı) ve toplumla ilişkisi düzleminde yaşandı. bununla birlikte meşruiyetin temelleri değişti. keza devletin osmanlı döneminden kalma kalıpları da değişti. bu yüzden tarihçiler bu kalıpları reformun başlamasına ve devletin yeniden tanzim edilmesine atfen 'tanzimat devleti' olarak adlandırıyorlar. yeni tanzim (düzenleme), devletin yasama ve idare işlerini tekeline almasını gerekli gördü. yeni bir eğitim sistemi geliştirildi. bu sistemle birlikte devletle irtibatlı yeni bir bürokrat sınıf ve işlerin yürütülmesiyle bağlantılı yeni bir devlet kültürü oluştu.
buna karşın (dini konularla yatıp kalkan ve iktidara yardımcı olan) klasik sosyal elitler/siyasetçiler, yeni yasalar ve yeni bir eğitimle rekabet etmek zorunda olduklarından kendilerini bu sürecin dışında buldular.
bu yeni kültürün (yani yasa, idare ve rasyonellik kavramlarına dayalı yeni devlet kültürünün) sindirimi içinde şeriatın, tefsir kitaplarında gördüğümüz asli-genel anlamından uzakta bir hukuk sistemi olarak karşımıza çıktığını görüyoruz.
sorun bu muhafazakâr güçlerin, abdurrahman kevakibi'nin de (1854-1902) ifade ettiği üzere doğudaki despotluk sebebiyle reform döneminde kendilerini ifade etme fırsatı bulamamasıdır. bu muhafazakâr güçler ulusalcılık çıkmazının egemen olduğu sömürge döneminde ve tek partinin egemen olduğu bağımsız devlet çatısı altında da benzer bir sorun yaşamışlardır. bu yüzden islam'ın siyaset anlayışına dayalı bu siyasi kültür, devlet kültürünün alternatifi bir seçenek olarak toplumdaki yerini korudu.
tunus'tan başlayan devrim dalgaları sonucu rejimler devrildi ve devlet zayıfladı. modern çağda ilk defa toplum kendisini, yöneticinin kontrolünden kurtulmuş hâlde buldu. güçlü yöneticinin yokluğu sebebiyle devletin yaşadığı sarsıntıdan dolayı toplumun kendi klasik yüce kültürüne ve sembol isimlerine dönmesi kaçınılmazdı. bu kültür islam'dır ve islam'ın siyasi temsilidir.
buna islamcı hareketin daha organize ve disiplinli olmasını ekleyebiliriz. toplum, yöneticinin devrilmesi gölgesinde çöküşlerden endişe eder ve belirgin siyasi bir güce sığınarak birliğini yeniden sağlamaya çalışır. tunus örneğinde bu belirgin siyasi güç, diğer muhalif güçlerin bölünmüşlüğü gölgesinde islamcı nahda hareketidir.
bu sebeplerle islam diğer birçok arap ülkesinde olduğu gibi tunus'ta ilk seçimlerde güçlü şekilde yer aldı. ancak siyasal islam'ın iktidardaki deneyimi sonrası islam'ın nüfuzu sınırlanmaya ve nahda hareketinin kendi söyleminde dahi bu nüfuz gerilemeye başladı.
peki ne yaşandı da böyle oldu?
islamcı saadetin sonu
mısır'daki ihvan (müslüman kardeşler) gibi nahda hareketi de ilk hatasını, seçim başarısına ilişkin değerlendirmesinde yaptı. seçimler toplumların kendilerini ifade etmesi için birer fırsattır. toplum rejimin düşmesi sebebiyle gerileyen devlet kültürüyle mücadelede bu sosyal kültüre yani islam'a dönmeyi seçti. ancak tunus'taki islamcı liderler açısından iş bitti ve onlara göre müslüman halk artık islam'ı temsil eden partilerden başkasını seçmezdi.
iş, tunus'ta islamcıların yönetiminin bir elli yıl daha süreceğini dillendirme noktasına kadar vardı (eski dışişleri bakanı refik abdusselam böyle söylemişti). oysa seçmenlerin islam'ı tercih etmelerinin sebebinin bu dine olan saygıdan kaynaklandığı görülmedi. yani islam, yolsuzluk devletinin egemen olduğu siyasette temizliğin ahlâki teminatıydı. yoksa bu tercih islam'ı siyasal islamcılık mantığıyla bir iktidar projesi olarak seçme amacı taşımıyordu.
bu birinci hata iktidardaki islamcı siyasetçilerin kendi başarılarını sınırsız yetkinin verilmesi olarak görmelerine yol açtı.
diğer yandan bu islamcı siyasetçiler iktidarda bulunmanın 'devlete muhaliflik' konumundan toplumla ve toplumun çözümsüz talepleriyle 'mücadele' konumuna evrilmek anlamına geldiğini unuttular.
bu karışıklık gölgesinde iktidarda sıkıntılar baş gösterdi. ilk çatışma devletin kendisiyle yaşandı. burada devlet derken toprağı (sınırları belli toprak parçasını), halkı, kimliğini ve yönetim organını bir araya getiren ortak siyasi oluşumu kastettiğimizi belirtmeliyiz. bu yönetim organını, homojen hukuk sistemine binaen iktidar, yani modern anlamda 'devlet' kontrol eder. bu devlet de zaten hukuki ve kurumsal sistemle işleri rasyonel şekilde yürüten bir ulus devlettir.
bazıları habib burkiba'nın (tunus'un ilk cumhurbaşkanı) modern devleti inşa ettiğini iddia ediyorlar. oysa bu yönetim organı, tunus'ta epey eski sayılır. modern devletin, toprak parçasının bütünlüğü, iktidarın ve modern yönetimin yoğunluk kazanması gibi unsurlarının kökleri 19'uncu yüzyıla dayanmaktadır. sözgelimi tunus'un ilk resmi lidere sahip olduğu tarih 1860'tır. bu da idari geleneklerin varlığının ve devletin yasamayı tekeline aldığının kanıtıdır.
bu yüzden bazıları derin devletten ve kökünün kazınması gerektiğinden söz ederken hata ediyorlar. çünkü iktidar ile birçok arap ülkesinin aksine tunus'ta biriken tarihi deneyimin sonucu olan devlet organını birbirine karıştırıyorlar.
kamu işlerinin (özellikle de özgürlük ve protesto kapılarını açan devrim sonrası) devlet mantığıyla yürütülmesi ile yeni iktidarın devletin önemli kademelerini ele geçirme eğilimi arasında açık bir çelişki vardır. cumhurbaşkanı munsif marzuki, tekettül partisi liderleri ve kurucu ulusal meclis başkanı gibi nahda hareketinin müttefikleri devleti ele geçirme eğilimine onay verdiler.
şahısların ehliyet sahibi olmaları üzerinden değil de sadakatleri üzerinden görevlere atanması, bu sürecin sonuçlarındandı. bu da birçok kurumun veriminin düşmesine yol açtı. buna devleti ele geçirmeye önem verildiğinden dolayı vatandaşların temel ihtiyaçlarının karşılanmamasını da ekleyebilirsiniz. en büyük sorun ise güvenlik düzlemindeydi. hükümet 'troyka döneminde' aşırı grupları göz ardı etmekle suçlandı. siyasi şiddet görüntülerinin yayılması, askerler ve iç güvenlik unsurlarına yönelik suikastlar ve terör eylemleri de bunun sonucu olarak gösterildi.
tunus sokaklarındaki siyasi bilinç, bu zorlukların, devlet otoritesindeki gerilemenin ve özellikle de ekonomik ve güvenlik krizinin artmasıyla birlikte yeni önceliklere göre değişmeye başladı. bu öncelikler, ilk seçimdekilerle aynı değil. gelecek seçimlerde belirleyici olacak olan da budur. peki nasıl?
devlet paradoksunun varlığı
bugün tunus sokaklarını izleyenler, devlet kelimesinin gündemin ilk sırasında yer aldığını, ancak insanların bu kelimeyi farklı şekillerde kullandıklarını gözlemler. terörün yayılması ve terör eylemlerinin artmasıyla birlikte sıradan vatandaşın zihninde daha cesur eylemler yapmaya başlayan ve sivillere daha fazla yaklaşan gruplara karşı koymak için devlet organlarının, özellikle de güvenlik birimlerinin güçlendirilmesi gerektiği yönünde bir kanaat gelişti.
keza devlet sorunsalı, devrimden bu yana fiyat artışlarından ve devletin arz ile talep arasındaki dengeyi sağlamakta aciz kalmasından bahsedildiği zaman tekrar ortaya çıkıyor. bu bağlamda kaçakçılığın, alternatif pazar ve tekelciliğin yayılmasının fiyat artışlarına büyük oranda katkıda bulunduğu açık. bu olgular, yönetimin ve yürütme organının basiretsizliğinden istifade etti.
bugün 23 ekim 2011 seçimlerinde nahda hareketine oy verenler dahil kamuoyunun bir kesimi nahda'nın devleti iyi yönetemediğini düşünüyor. ayrıca muhalefetle yapılan çeşitli televizyon münazaraları sırasında hükümet yetkililerinin yetersizlikleri de dikkat çekici bir şekilde görüldü. birçok bakanın (özellikle de hamadi cibali hükümetindekilerin) medya ve iletişim ayağı zayıf kaldı. bunun üzerine cibali'nin halefi olan ali el ureyid, bakanların televizyon programlarına çıkmasına sınırlama getirdi.
diğer yandan birçok camide nahdacılar, hizbut tahrir ve şeriat yanlıları arasında yaşanan cami kapma amaçlı şiddet eylemleri sebebiyle tunusluların çoğunluğu camilerin ve genel olarak islam'ın siyasi çekişmelere hapsedilmesinin dine, ülkeye ve insanlara hizmet etmeyeceğini düşünüyor.
böylece devlet paradoksu medya sahasını ve hatta vatandaşın günlük hayatı üzerinden kamusal alanı dahi peyderpey işgal etmeye başladı. bu durum kimlik paradoksundan bir tür dönüşü yansıtıyor. kimlik paradoksu vatandaşların güvenlik, hayat pahalılığı ve kalkınma gibi temel sorunlarına karşı ortaya çıkarılmış yapay bir gündem. bu temel sorunlar vatandaşların kamu işlerinin yürütülmesi ve denetlenmesine katılımıyla birlikte güçlü devlet çerçevesinde çözülebilir.
kimlik paradoksundan devlet paradoksuna geçiş tunus'taki siyasi bilinçteki rasyonelleşmenin somutlaşmasından başka bir şey değildir. bu sebeple ulus devlet kavramını somutlaştıran partiler gelecek seçimleri kazanma noktasında daha şanslı olacaktır.
adil latifi, tunus, birleşik arap emirlikleri ve fransa’daki üniversitelerde tarih dersleri veriyor. ‘mağrip ülkelerinde islam’ konulu iki araştırması yayınlandı. beyan ve ahbar arab gazetelerinde makaleleri yayınlanıyor ve 2004 yılından beri al jazeera arapça'nın internet sitesinde yazıyor.
bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve al jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Yorumlar