Görüş

Suriye'yi geçmişe bakarak anlamak

Suriye'deki iç savaş dördüncü yılını doldururken çözüm ihtimali hâlâ uzak görünüyor. Güçlü bir tarih ve kültür bağıyla iç içe geçmiş, zenginliğini bu yönüne borçlu bir bölge olan Ortadoğu, aslında şu anda bütünleşmeye muhtaç durumda.

24 Ekim 1939 tarihli fotoğraf, Fransız Yüksek Komiseri Gabriel Puaux için düzenlenen karşılama törenine katılan Suriyeli Dürzileri gösteriyor. [Fotoğraf: Getty/Arşiv]

yüz binlerce insanın ölümü ve bir ülkenin yıkımına neden olan suriye devrimi/iç savaşının dördüncü yıldönümünde, ufukta hâlâ bir çözüm ihtimali görünmüyor. pek çoklarının da altını çizdiği üzere, bu savaş, bölge ve ötesine ait birçok karmaşık siyasi dinamiği tek bir trajik noktada toplamış durumda. bugün suriye'de yaşanan çatışma, öncesinde irak ve lübnan'da tanık olduğumuz savaşlara kıyasla, bölgeyi çok daha derin bir akıntıya sürüklüyor. ortadoğu genelinde 20. yüzyılın başından miras kalan siyasi yapılar, temelden sarsılmış durumda.

ortadoğulu siyasi partiler ve mezhepçi gruplar, adeta bala üşüşen arılar gibi merkezi gücün cazibesine kapıldı. bu gruplardan hangisi merkezi gücü ele geçirdiyse diğerlerini yüzüstü bıraktı ve sonuç itibarıyla, güce ortak olamayan diğer kesimler, kendilerine sıranın geleceği güne kadar intikam ateşiyle yandı.

by John Bell

aslına bakılırsa, sınır aşırı faaliyet gösteren irak ve şam islam devleti'nin (işid) yükselişi ile birlikte, 1916 sykes-picot anlaşması'nın, yani fransa ve ingiltere (ve başlangıçta rusya) öncülüğünde avrupalı güçlerin nüfuz alanlarını ve nihayetinde birçok ortadoğu ülkesinin sınırlarını oluşturan düzenlemenin akıbeti merak konusu oldu.

avrupa menşeli bir anlaşma olan sykes-picot, sömürgeci güçlerin ortadoğu'yu nasıl paylaştığını gösteren ve çoğu kez yerli halkı dikkate almamakla eleştirilen bir düzenleme. anlaşma ile lübnan, suriye ve irak gibi etnik açıdan karma yapıda lakin bugün sürdürülebilirliği ciddi şekilde tartışmalı devletler yaratıldı. gelinen noktada bu ülkeler öylesine bölünmüş durumda ki, sykes-picot'u eleştirenler bile bölgesel kaosa karşı son bir savunma tezi olarak bizzat o kurgulara tutunuyorlar.

bölgesel dinamikler

ancak bölge gerçekleri bundan biraz daha karmaşık. anlaşmanın mimarları sör mark sykes ve françois georges-picot'nun kararlarını değerlendirmeden önce, bölgeye dair üç dinamiği incelemek gerek.

bu dinamiklerden ilki; avrupa tarzı merkezi devlet anlayışı ile bölgenin siyasi dinamiklerinin buluşma noktasından ileri geliyor. ortadoğulu siyasi partiler ve mezhepçi gruplar, adeta bala üşüşen arılar gibi merkezi gücün cazibesine kapıldı. bu gruplardan hangisi merkezi gücü ele geçirdiyse diğerlerini yüzüstü bıraktı ve sonuç itibarıyla, güce ortak olamayan diğer kesimler, kendilerine sıranın geleceği güne kadar intikam ateşiyle yandı.

bugün irak ve lübnan'daki şii müslümanlar, yıllarca sünniler ve hristiyan maruniler tarafından görmezden gelindikten sonra nihayet denetimi ele alma sırasının kendilerine geldiğini düşünüyorlar. aynı durum, esed klanının çılgınca iktidara tutunduğu ve netice olarak da güçlü bir ters tepkiyle karşılaştığı suriye için de geçerli. sayılan unsurların hepsinde iktidar arzusu vardı ama pek azı, gücü bir kez ele geçirdikten sonra başkalarına devretmeye yanaştı.

ikinci dinamik ise bu sürecin temelini oluşturuyor. sykes-picot sınırları çizilene kadar ortadoğu birbirine bağlı büyük bir bölgeydi. aslında bu durum, imparatorluk patronajı altında böyleydi. nitekim her türlü muhalif grup, demokles'in kılıcını ensesinde hissediyordu. fakat ortadoğulular bu bağın gayet farkındalar. bölgede akrabalık ilişkileri ve aile kökleri çoğu kez kahire'den halep'e, amman'a kadar uzanıyor.

bugün ortalık milliyetçi görüşlerle dolu ama dil ve müzikten tutun, en iyi künefeyi kimin yaptığına dair tartışmalara varıncaya dek bölgesel bağlar da yaygın. bölgenin edebiyat, halk hikayeleri ve inanç gibi unsurları kapsayan kültür hafızasından kaynaklanan pek çok ortak noktası var. ancak bu zengin ve kayda değer miras, siyasi değişimin açgözlü güçlerine yenik düştü.

israil devletinin kurulması da bölgedeki bu tarihi akışın önüne büyük bir engel çizdi. bir anda kudüs ve yafa, arap dünyasından koparıldı. 1948 sonrasında bölgenin ağırlık merkezleri değişirken, hayfa'nın düşüşe geçmesiyle birlikte beyrut önem kazandı. ulaştırma koridorları, boru hattı rotaları ve ticaret yön değiştirdi.

söz konusu akışa aynı ölçüde, hatta belki daha da fazla zarar veren bir diğer etken de arap dünyasında oldukça merkezi nitelikli güvenlik devletlerinin yükselişiydi. o devletler, sınırlarını, devletin sürdürülebilirliğine dair duydukları endişelerden kaynaklanan bürokratik bir yetersizlikle koruma yoluna gitti ve doğal bağlantılar yavaşladı. ancak ortak hafıza ayakta kalmaya devam etti. bugün farklı bir ortadoğu bağlamında pek çok kimse, hafta sonu arabaya atlayıp halep'ten kudüs'e gidebilmenin hayalini kuruyor.

sykes-picot koşullarını tersine çevirmek

üçüncü gerçek de şu ki; bölgeyi yeniden birbirine bağlayarak sykes-picot koşullarını tersine çevirmek isteyenler; arap birliği milliyetçileri, baasçılar, müslüman kardeşler ya da ne yazık ki bugünlerde, kendini sözde "islam devleti" olarak niteleyen örgüttü. ister birleşik bir arap dünyası, ister ümmet şeklinde olsun, tek bir bölge düşleyen pek çokları vardı. ama birleşme yanlılarının yöntemlerine dışlama, baskı ve şiddet hakimdi.

ideologlar doğal olarak düşmanlar yarattılar ya da bildiğin başarısızlığa uğradılar ve yüksek hırslarını işe yarar gerçeklere dönüştüremediler. israil, batı, kürtler ve bu vizyondan farklı düşünen ya da memnun olmayan diğer taraf, etnik grup ve bireyler, ideologların büyük planlarına meydam okudular.

bu yaklaşımlar, pratiğe döküldüğünde bile sorun karşısında aşırı dogmatiklikten muzdarip, gerçekçilikten uzak ve aksi yöndeki iddialara rağmen ideolojik açıdan hoşgörüsüz kalıyordu. ortadoğu gibi çeşitlilik ve canlılık arz eden bir bölgeye tek bir ideoloji tatbik etmek, deveye hendek atlatmaktan zor. bölgedeki herkes, tepeden inme yaklaşımlara, tek tip formüllere şüpheyle bakıyor ve genel eğilimin tersi yönde hareket ediyordu. netice olarak da genel bir üst çerçeve kurulması mümkün olmadı.

yine de tüm bu karışıklığa rağmen bölge birbirine bağlı durumda. halep'te olan halep'te kalmıyor. bölge zaten entegre vaziyette ama kötü anlamda. suriye'de yaşananların yansımaları lübnan ve irak'ta hissediliyor. gazze'deki kuşatma ve zulüm, israil ve mısır'a da sirayet ediyor. mısır'ın güçsüzlüğü ve iran'ın aşırı yayılmacı tutumu bölge jeopolitiğini etkiliyor. arap uydu kanallarındaki görüntüler, rabat'tan bağdat'a halkın zihninde bir tesir yaratıyor. bölge, bir kısmında yaşananların diğer kısımları da etkilediği canlı bir organizma. bu sadece sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde dile getirilmiyor o kadar.

belki de ortadoğu, avrupa tarzı bir ulus devlet anlayışına, yani güçlü ulus devlet, rekabet, savaş, tükeniş ve nihayet entegrasyon fikrine asla uygun değildi. derin tarihinden dolayı, ortadoğu, belki de yerel kimliklerin, ulusal veya ideolojik bağlar kadar kuvvetli olduğu, çok daha organik bir yer olabilir.

by John Bell

bu üç gerçek – yani merkezi gücü ele geçirme hırsı, artık sadece anılarda kalan bağlar ve ideoloji yoluyla zorla entegrasyon – sağlıklı bir bölge yaratamaz. öte yandan, ideolojiyi bir kenara bırakırsak insanları bir arada tutacak olan ne?

ikinci dünya savaşı (1939-45) sonrasında avrupa'yı birleştiren kömür ve çelik olmuştu. ortadoğu için de bu bağlayıcı unsurun su ve enerji olacağı öne sürülüyor. bölgedeki su kıtlığı ve enerji kaynaklarının dengesiz dağılımı, bu önermeyi mantıklı kılmakta. serbest ticaret, yeni ekonomik düzenlemeler, altyapı ağları ve hatta bölgesel güvenlik çerçeveleri de öne çıkan diğer seçenekler. fakat şimdiye dek pragmatik yaklaşımlar, ideolojik görüşlere, kimlik tutkusuna ve beraberinde getirdiği güvensizliğe yenik düştü. ortadoğu'da kimse bu bağlamda düşünmüyor – güç savaşı hâlâ ayakta.

avrupa'nın senaryosu

işin aslı avrupa'nın senaryosu, güçlü ulus devletler kurmaya ve yaşanan iki dünya savaşı sonrası entegrasyona geçişe dayanıyordu. ancak bu yaklaşım, ortadoğu açısından çok da iyi sayılmaz. aslına bakılırsa, sorun, "avrupalı" kelimesinde de yatıyor olabilir. belki de ortadoğu, avrupa tarzı bir ulus devlet anlayışına, yani güçlü ulus devlet, rekabet, savaş, tükeniş ve nihayet entegrasyon fikrine asla uygun değildi.

sahip olduğu derin tarihten dolayı, ortadoğu, belki de yerel kimliklerin, ulusal veya ideolojik bağlar kadar kuvvetli olduğu, çok daha organik bir yer olabilir. bu elbette şahit olduğumuz trajik kaosa yol açabilir ya da başka bir yaklaşımın, tüm cazip yönleriyle merkezi devletin tam tersi olan adem-i merkeziyete doğal bir temel teşkil edebilir. sorunun yanıtı, bir yandan bölgesel entegrasyon hedefini kovalarken, diğer yandan da ulusal unsurların yanında yerel unsurların da nefes almasına imkan verecek siyasi yapılarda yatıyor olabilir.

hafızalar yanılmıyor: doğal olan, bölgenin bütünleşmesi. şam ne kadar bağdat'a muhtaçsa, beyrut da o kadar kudüs'e muhtaç. bölgeyi zenginleştiren unsur, her şeyden önce kültürlerin hareket etmesi ve birbirine karışması iken, sykes-picot bu derin gerçekliğe büyük bir çentik attı.

bugün ortadoğu, pek çok açıdan kendisini ve o bütünleşmeyi arıyor. fakat güç savaşları, kimlik saplantıları ve güvensizlik hüküm sürdüğü müddetçe, sykes-picot olsun ya da olmasın, bölge yapısallıktan yoksun bir çatışma alanı olarak kalmaya mahkum.

öte yandan, suriye, irak ve diğer ülkelerdeki ideologlar ve iktidar hırsı içinde kitleleri peşinden sürükleyenler, vatandaşları siyasi boşluğa sürüklemeye ve entegre bir ortadoğu yaratma yönünde, o kadar heyecan verici olmasa bile yapıcı denilebilecek çabalardan uzaklaştırmaya devam edecektir.

kanadalı akademisyen ve diplomat john bell, madrid'deki toledo uluslararası barış merkezi'nde (citpax) orta doğu programı direktörü olarak görev yapıyor. ortadoğu'daki siyasi ve toplumsal gelişmeler üzerine araştırmalar ve arabuluculuk faaliyetleri yürüten bell, aynı zamanda toronto üniversitesi siyaset bilimi bölümü'nde misafir öğretim üyesi olarak ders veriyor.

twitter’dan takip edin: @neopolitiks

bu makalede yer alan fikirler yazarlara aittir ve al jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.

John Bell

kanadalı akademisyen ve diplomat john bell, madrid'deki toledo uluslararası barış merkezi'nde (citpax) orta doğu programı direktörü olarak görev yapıyor. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;