Görüş
İslam hukuku ile tarih arasında baskın liderlik
Güçle iktidara gelen yönetimler, geçmiş çağlarda makul gerekçelere sahip olsa da anayasa ve kurumların yerleştiği, seçim ve referandumların yapıldığı günümüzde tüm geçerliliklerini yitirmişlerdir

güç ve üstünlüğe dayalı yönetimin meşru olduğu görüşü, klasik ve modern islam fıkhı ve kültüründeki en popüler düşüncelerdendir. yani hilafeti veya emirliği güç ve kılıçla ele geçiren, hatta düşmanlarını yenilgiye uğratıp ülkeyi istila eden ve halkların teslim olduğu kişi, itaat edilmesi gereken, kendisine karşı isyanın ve karşı çıkmanın caiz olmadığı meşru liderdir.
bu sorundaki karışıklık, konunun detaylı şekilde ele alınmasını ve içyüzünün açıklanmasını gerekli kılıyor. makaledeki amacımız da bu zaten.
islam'dan değil
bu başlıktan kastım, islam'ın, yönetime bu yolla gelmenin meşruiyetine dair bir nas (ayet ve/veya hadis) içermediği, böyle bir yönetim için yönlendirmede bulunmadığı ve tek bir olayda dahi vuku bulduğunu tespit etmemesidir. bu noktada ne kuran-ı kerim'den bir şeyler görüyoruz ne hz. muhammed'in ve ne de dört halife'nin sünnetinde…
'siyaset ve yönetime gelme, kamu işlerinin idaresi' başlığı altında nassa dayalı emredilen şer'i metot, şura (danışma) metodu ve bu metodun sonucu olan karar ve seçimdir. allah teala da yüce kitabında şöyle buyuruyor: "onların işleri, aralarında danışma iledir." (şura: 38)
şura ve kurumları yoluyla bize gelen seçim, atama, biat, azletme, muafiyet, iptal, fesh ve akitler şer'i ve meşrudur. kuran ve sünnette emredildiği, dört halife (hz. ebubekir, hz. ömer, hz. osman ve hz. ali) döneminde hayata geçirildiği için islam'dandır ve islam'a dayanmaktadır.
hz. peygamberin vefatından sonra şura metodunun ilk uygulaması, kendisinden sonraki halifenin seçimindeki istişaredir. bu metotla hz. ebubekir, müslümanların halifesi olarak seçildi ve kendisine biat edildi. diğer üç halifenin seçimi de bu şekilde yapıldı: farklı şekil ve yöntemlerle de olsa şura ve seçim...
dolayısıyla tam bir güven ve rahatlık içinde şunu söyleyebiliriz: yönetime gelinmesi, yönetimin geçişi ve işlerinin yürütülmesi için islam'ın getirdiği ve nassa dayandırılan tek meşru yöntem, şura ve seçimdir. bununla birlikte baz alınan ayrıntılı yöntem ve araçlar, içtihat, istişare ve gözden geçirilmeye tabidir.
tarih ile fıkıh arasında
fıkıhçılar ve fıkıh usulcüleri, süreç içinde nasların sınırlı, olguların ise sınırsız olduğu tüm hallere, ihtimallere ve olası olgulara (bütün dalgalanmaları ve sonsuz oluşumlarıyla birlikte) nas bulunamayacağı hükmünü verdiler. bu olguların ekseriyeti, fıkıh ile tarih arasında içtihat ve etkileşime tabidir.
bu bağlamda tarih boyunca iktidara gelme ve iktidar işlerinin yürütülmesi noktasında izlenen usul ve yöntemlerin belirli bir sınırda durmadığını ve herhangi bir kayda tabi olmadığını görüyoruz.
buradan hareketle fıkıhçılar kendilerini, kurulan ve hakim olan ancak islam hukukunun yani şura ve seçim meşruiyetinin olmadığı devletlerin karşısında buldular. lakin her halükarda bu ülkelerin dini islamdı; devlet islam adına yönetilmekte ve islami kuralların çoğu uygulanmaktaydı.
o fıkıhçılar, tarihin onları, hakim ve yönetimini sağlamlaştıran yöneticilerin karşısında koyduğunu gördüler. bu baskın yöneticiler, iktidarı şura ve etkin isimlerin seçimiyle değil, kendi güçleri ve hatta hem kendilerinin hem de yandaşlarının kılıçlarıyla ele geçirdiler.
fıkıhçıların ilişki kurduğu, meşruiyetini kabul ettiği ve hükümlerini uyguladığı baskın liderlik budur. bugün bu tutumlarından dolayı fıkıhçıları islam şeriatı'ndan ödün vermek ve emri vakiye teslim olmakla suçlamamız kolaya kaçmaktır. genel bir yaklaşım içinde bu suçlamanın doğruluk ve haklılık payı olabilir. ayrıntılar ise bu köşenin kaldıramayacağı derecede çok yönlüdür.
fıkıhçıların, baskın yöneticinin iktidarını meşrulaştırma noktasında dayandıkları ve gerekçelendirdikleri birçok kanıt ve yaklaşımları vardır. en önemli yaklaşım ve açıklamalar şunlardır:
1) baskın yöneticinin iktidarı zaruri olabilir ve zaruretler yasakları mubah kılar. zaruret durumunda mubah olan, zaruret dışında mubah olarak görülemez.
2) en ideal şer'i alternatif (yani şura ve seçim), çoğu zaman geçmiş dönemlerdeki imkanlar çerçevesinde mümkün değildi.
3) baskın gelmek ve yönetimi ele geçirmek, bazı hallerde daha uygun bir tercih olabilir. örneğin önceki yöneticinin ani ölümü, kendisinden sonra kimin geleceği noktasında ortada bir anlaşma veya düzenleme olmaması, hiçbir şeye güç yetiremeyecek küçük bir çocuğun veliaht olması; devletin yolsuzluğa batmış, dağılma ve çözülmeye yüz tutmuş olması ve yönetime gelecek baskın yöneticinin kurtarıcı rolü bulunması gibi.
4) baskın yönetiminin ve meşruiyetinin geçersiz sayılması ve ortadan kaldırılması çağrıları, her şeyi helak edecek bir iç savaşa girilmesi anlamına gelebilir ve ülkenin bölünmesine götürebilir.
5) iktidarı güç yoluyla ele geçirenlerin liderliğinin iptal edilmesi, hem kendi tasarruflarının hem de onlara bağlı devletin tasarruflarının iptaline yol açabilir. bu durum açıkça devlete ve kurumlarına dayalı hizmetlerin, yargı hükümlerinin, çıkarların ve hakların işlemez hale gelmesi demektir. böyle kapsamlı bir bozulmayı ne şeriat kabul eder ne de akıl.
böylesi güçlü yaklaşımlar, kendi zamanı ve şartları içinde geçerli olmakla birlikte fıkıhçılar, baskın liderliği kabullerine ek şartlar getirmişlerdir:
a) baskın liderliğin, yine baskın yöneticiye uygulanması gerekir. biat veya ahitle gelen ve yönetimi süren yöneticiye karşı baskın liderlik uygulanmaz. (bkz: 'mugnil muhtac ila marifeti meani elfazil minhac', hatib eş şirbini, cilt 5, s. 423)
b) baskın lider; bu mevkiye gelme ehliyetine sahip olmalı, fasık ve zalim olmamalıdır. zira allah teala, "rabbi, ibrahim'i bir takım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. allah, 'seni insanlara önder kılacağım.' demişti. o, 'soyumdan da' deyince, 'zalimler benim ahdime erişemez.' buyurmuştu.' (bakara: 124) ibni huveyz mindad maliki de "zalimin halife, yönetici, müftü, şahit ve hadis ravisi olması uygun değildir." diyor. (ibni kesir tefsiri, cilt 1, s. 289)
c) baskın lider, her şeyi yoluna koymalıdır. destekçileri ile muhalifleri arasındaki kutuplaşma ve çatışma süreci içinde yer almamalıdır.
d) baskın lider, adaleti tesis etmeye ve şer'i hükümlere göre yönetmeye çalışmalıdır. zira bu iki amacı gerçekleştirmemesi durumunda kendisine ihtiyaç olmaz zaten.
çağımızda baskın liderlik
modern çağın, insan hayatının birçok alanında korkunç gelişmelere sahne olduğu malum. yönetim, siyaset ve kamu işlerinin organize edilmesi bu alanlardandır.
bu alanda, sözgelimi yönetim işleri ve devlet idaresini düzenleyen anayasa düşüncesinin, hukuk ve kurumsal devlet düşüncesinin yaygınlaştığını; erkler arasındaki ayırım düşüncesinin düzenlendiğini; seçim ve referandum yönteminin baz alındığını görüyoruz. tüm bunlar daha önce mümkün değildi veya bugün olduğu gibi klasik çağlarda da gayet zordu.
yönetim alanındaki gelişme, sadece siyasal, anayasal ve düşünsel değil, aynı zamanda deneyimler, araçlar ve imkanlar bağlamında da yaşanmaktadır.
gerçekten de bu gelişmeler, iktidarı güç yoluyla ele geçirme yönteminin bütün gerekçe ve sebeplerini ortadan kaldırdı.
islam'ın getirdiği ve dört halife'nin uyguladığı yüksek seçim şura'sının meşruiyetini sorguladığım zaman, bu uygulamanın zamanının geçtiğini ve kendi dönemi içinde kaldığını söyleyebilirim. fakat her halükarda bu uygulama, işlerin nasıl yürütülmesi gerektiği noktasında insanlığa ideal bir tablo çizmekte ve bizlere bu meşruiyeti, aynısıyla, benzeri veya yakınıyla tesis etmek için mücadele imkanı bırakmaktadır.
işte şimdi dört halife dönemi geri döndü ve bugün seçim şura'sının meşruiyetini tesis etmek kolaylaştı. müslümanlar buna daha rahat ulaşabilirler. müslümanlar ile şura'nın meşruiyetini ancak despot yapılar engelleyebilir.
en azından bazı durumlarda baskın liderin yönetime gelmesi ve iktidarı ele geçirmesinin, geçmiş dönemde geçerli kimi sebepleri vardı. oysa bugüne geldiğimizde -anayasaların ve kurumların yaygınlaşması, referandum ve seçimlerin düzenlenmesinin kolaylaşması gölgesinde- böyle bir liderlik geçerliliğini yitirmiştir.
bugün baskın liderlik, kölelik ve korsanlıktan daha kötü sayılacaktır. zira kölelik ve korsanlık, bir toplumun bireyleri ve çevrelerini vuruyordu. iktidarın gerekli neden olmaksızın güç yoluyla ele geçirilmesi ise milletlerin köleleştirilmesi ve ülkelerin korsanlaştırılmasıdır.
bu yüzden islam hukuku açısından iktidara güç ve üstünlük sağlayarak gelme döneminin geride kaldığı ve geçersiz olduğu ifade edilmelidir.
afrika kıtası ve ülkeleri; bugün dünya ülkeleri ve kıtaları arasında en geri kalmış, dejenere olmuş ve en kaotik olanı olarak görülüyor. yine de afrika birliği, anayasal ve hukuki meşruiyet açısından arap birliği'nden ve üye ülkelerinden, islam işbirliği teşkilatı ve ülkelerinden daha prestijlidir.
afrika birliği, 2000 yılında onaylanan tüzüğünün 30. maddesinde, "anayasal olmayan yollarla iktidara gelen hükümetlere, birlik faaliyetlerine katılma imkanı verilmez." ifadesine yer vermiştir.
ocak 2007'de ise afrika birliği, seçim ve yönetim tüzüğünü yayınlandı. 2. maddede bu tüzüğün hedefleri belirtiliyordu. bu hedefler arasında 4. sırada, 'herhangi üye bir ülkede hükümetlerin anayasal olmayan değişimlerinin; istikrar, barış, güvenlik ve kalkınma için büyük bir tehdit olarak görülmesi itibariyle reddedilmesi, yasaklanması ve kınanması' ifadesi yer almaktadır. işin garibi bu tüzüğe temkinli yaklaşan tek ülke mısır oldu.
2000 yılından itibaren afrika birliği, askeri darbenin olduğu her ülkede birlik üyeliğini, örgütlenmesini ve faaliyetlerini dondurma işlemine kendiliğinden başlar hale geldi.
aslında afrika birliği; despotluğu destekleyen ve aptallaşmanın öncülerini oluşturan ezherli, selefi veya alimler kurulu'ndaki birçok alim ve hocadan daha fazla islam hukukunu temsil etmekte ve ona tutunmaktadır.
askeri darbeler
eskiden iktidarı ele geçiren baskın yöneticiler, genelde halk içinde popüler, mevki ve liderlik vasfına sahip, gururlu, gözü pek, yardımsever, ehliyetli ve kapasiteli karakterler arasından çıkıyordu. bu da başarıya ulaşmalarını kolaylaştırıyor, fıkıhçıları ve seçkinleri de kendilerine biat etme ve işbirliği yapmaya teşvik ediyordu.
çağımızdaki askeri darbeciler ise karanlıklar ve ketumiyet içinde büyüyor, tuzak ve aldatmalarla yükseliyorlar. bu kişilerin ehliyetleri, genel itibarıyla şu üç unsuru geçmez:
1. askeri rütbe ve askeri mevki
2. ihanet ve dönekliğe elverişlilik
3. manevra ve macera gücü
bu yüzden iktidarı ele geçirmelerinin bir dizi suç, afet ve felaketlerden başka bir şey olması mümkün değildir.
bugün buna, despot ülkelerdeki asker ve subayların tam bir cehalet içinde ve körü körüne itaat felsefesi ile yetişmelerini ekleyebilirsiniz. keza adam öldürdükleri zaman neden, niçin, kimi ve kim adına öldürdüklerini ve bu cinayetlerinin faydasının ne olduğunu bilmemelerini de...
yaklaşık 80 yıl önce büyük alim reşid rıza, bu acı gerçeğin farkına vararak tefsirinde şöyle yazdı: "ama bu devirde yöneticiler, hükümet tarafından körü körüne bağlılık üzerine eğitilen askerlerin desteğini almaktadırlar. hatta hükümet onlara camileri yıkmaları ve halklarının güvenini alan 'ulül emri' öldürmelerini emretse, onlar bunu yaparlar.
bazı darbecilerin, çağın gelişmeleri ve kazanımlarından kaçmak için izlemeye başladıkları kirli hilelerin arasından biri öne çıkıyor: 'darbelerini hayata geçirmeleri, iktidarı istila etmeleri, devlet ve toplum üzerinde güçlerini iyice sağlama almaları sonrası meşruiyet kılıfı kazanmak için seçim demokrasisi pilavını hazırlamak'. böylelikle darbeci lider 'seçilmiş meşru başkan' oluverecektir.
mısır, suriye, irak, cezayir, moritanya, sudan, somali ve çad'da bu hileye defalarca başvuruldu.
bu yüzden darbeden sonra iktidara tutunan ve iktidarını sürdürmek için her türlü hile veya aldatmayla yerini sağlamlaştıran her baskın darbeci; öncelikle darbesi, ikincisi de ülke ve halka karşı işlediği tüm suçlarıyla darbesini sürdürmesi sebebiyle gaspçı ve zalimdir.
askeri darbeye tek bir durumda izin verilir ve övgüye değer bulunur. o da darbeyle gelmiş bir iktidara karşı yapıldığı zaman. tabii darbe yönetimi devrildikten sonra iktidarın en yakın zaman içinde seçilmiş sivillere teslim edilmesi şartıyla. iki erdemli isim böyle yaptı: sudan'da mareşal abdurrahman sivar zeheb ve moritanya'da general ely vild muhammed fal.
ahmed reysuni, tanınmış bir islam alimidir. 1953 yılında fas'ta dünyaya geldi. fas'ın önemli eğitim kurumlarından karevin üniversitesi islam hukuku bölümü'nden mezun oldu. yüksek lisansını rabat'taki 6. muhammed üniversitesi edebiyat fakültesi'nde tamamladı. 1992'de devlet doktorası aldı.
Yorumlar