Görüş

Obama’nın kusursuz fırtınası

Obama, BM’deki oylamada Filistin devletinin kuruluşuna karşı çıkarak, Arapları ve daha geniş müslüman dünyasının daha da yabancılaştıracak.

Konular: Ortadoğu, Filistin
Susan Rice BM'de konuşuyor.
Susan Rice: New York’ta dokunduğu her şeyi düzeltecek sihirli bir değnek yok. [GALLO/GETTY]

belki de başlıkta haksızlık var. barack obama’yı birleşmiş milletler’de (bm) bekleyen kusursuz fırtına tamamen kendi yaratısı değil.

arap ve daha geniş müslüman dünyasındaki otoriter rejimleri ve işgali destekleyen yarım yüzyıllık amerikan dış politikasını o yaratmadı. suudilere rahatlık sağlayıp, petrollerine sınırsız erişim karşılığında sınırsız koruma sözünü veren obama değil, franklin delano roosevelt’ten beri gelmiş olan selefleriydi.

israil-filistin meselesinde güçlü ve adil bir müzakere sürecinin önüne jeostratejik hesapları koyan obama değil, richard nixon’dı. hem de o dönemde sadece birkaç yerleşim varken; ve ne israilliler ne de filistinliler temel iletişim yöntemi olarak ideolojik aşırıcılığa ve terörizme kaymışken.

iran devrim ateşine gebeyken, 1977 yılında şah’ın sağlığına kadeh kaldıran obama değil, jimmy carter’dı. (carter’ın yaptığı konuşmadaki espri tahmin ettiğinden farklı sonuçlansa da doğru bir öngörüydü: “şah hakkında söyleyebileceğim tek bir şey var: o da toplulukları bir araya getirmesini çok iyi bildiğidir”.) carter (yarısından çoğu filistin meselesine ayrılmış) camp david anlaşması’nda çıtayı çok yükseğe koymuşken, israil başbakanı menahem begin’in niyetsizliği karşısında, anlaşmanın ruhuna uygun davranacak baskıyı israil üzerinde asla kuramadı. bu hata muhtemelen mısır cumhurbaşkanı enver sedat’ın ölümünü de neden oldu.

ayrıca, taliban’ın “özgürlük savaşçılarına” milyarlarca dolar nakit ve amerika birleşik devletleri (abd) silahları veren de, saddam hüseyin iran’a karşı yıkıcı bir savaş başlattığında ona gülümseyen de, israil yerleşim şirketinin kökleşmesine göz yuman da kesinlikle obama değildi. eğer hâlâ bunları kayıtlara geçiren birileri var ise, ronald reagan sorumlu kişidir.

ilk körfez savaşı’nı obama başlatmadı, ikincisini de.

1990’ları, sadece en beceriksiz çobanların barış vahasına açılacağını sanabileceği bir barış sürecini gütmeye çalışarak harcamadı. soğuk savaş sonrası, bütün vaatleriyle şekillenmeye başlayan küreselleşme çağında, fas’tan pakistan’a kadar uzanan abd müttefiklerine, geçmişteki eylemlerinden sıyırılıp daha fazla demokrasi için baskı yapmamasından dolayı obama’yı suçlayamayız. bu, tabii ki de bill clinton’ın ‘ilişkisiydi’.

iki tane savaşı ve bu savaşlardan beslenen (ayrıca yöneten) dünyanın en güçlü ve en kârlı askeri-endüstriyel-kompleksini miras devralmayı şu andaki başkan istemedi. bir koca yüzyılın iyi zamanlarını sadece korumak için değil, aynı zamanda başkalarının alanlarına da bulaşmak üzere harcamış, (argümanlarının tarafı veya akılcılığı fark etmeksizin) siyasetçilerin dizginleme çabalarını boşa çıkarmış, yılda bir trilyon dolardan fazla para harcayan bu canavarı tam olarak nasıl kontrol edebilirsiniz?

oyun hileli, ama bunda ne var ki?

aslında belki de obama’nın hiç şansı yoktu. chicago’dayken filistinli profesörlerle yemek yemiş olabilir, ama filistinlilerin, arapların ve gelişen diğer dünyaların temsil ettiği tarihsel anlatıyı içselleştirmiş olsaydı, başkan olmanın yanından bile geçemezdi. evet, yarı afrikalı, çocukluğunun bir kısmını endonezya’da geçirmiş ve insanların ortak bir gelecek oluşturma konusunda bir araya gelmesi gerektiğine dair güzel konuşmalar yapıyor olabilir.

ancak bütün bunların ötesinde, obama abd siyasi mekanizmasının bir ürünüdür. harvard’dan chicago’ya, oradan da beyaz saray’a. ve bu kıyma makinesinden geçip de öbür tarafa geldiğinizde çoğu prensibinizi aynen koruyor olmanız mümkün değildir.

obama sistemden dolayı suçlanamayacak olsa bile (sistem terimini arapça tam olarak ifade etmek gerekirse an-nitham), kaçırdığı fırsatların ve abd’nin stratejik tasarılarının ortadoğu ve kuzey afrika’nın ortaya çıkan gerçekliklerinden nasıl uzaklaştığının sorumluğunu üstlenmelidir.

mahmud abbas’ın filistin devleti başvurusunu bm oylamasına sunmasıyla ilgili söylenen çok fazla destekleyici ve karşıt görüş var. hakikaten, tuhaf bir ironiyle, filistin’in başvurusuna karşı geliştirilmiş en ikna edici argümanlardan biri abd’nin bm büyükelçisi susan rice’dan geliyor: “new york’ta kısa bir yol, dokunduğu her şeyi düzeltecek sihirli bir değnek yok […] gerçek şu ki, hiçbir şey değişmeyecek. egemenlik gerçekleşmeyecek, masada sunulacak bir şey kalmayacak”.

ancak tabii ki, abd’nin devlet olma girişimine karşı çıkışının nedeni (yani israil’in, tüm dünyanın taleplerinin aksine, batı şeria’daki işgalini kökleştirmesine abd’nin destek verme siyaseti) hâlâ tam olarak açıklanmadı. gerçekten de, rice ve obama yönetimi’nin, oylamanın “yanlış hesaplamayı” ve “beklenti ve gerçekliklerin arasındaki boşluğu ve bu boşluğun kendisinin tehlikesini” temsil ettiği yönündeki argümanları, bu süreci aşırı bir uçta sindirerek yönettiklerini gösteriyor.

aksine, gerçeklik, obama yönetiminin ve temsil ettiği amerikan dış politika sisteminin yanlış hesaplayanlar olduğudur.

filistinliler bu oylamanın büyük ölçüde sembolik olduğunun farkındalar. ancak kaybedecek hiçbir şeyleri olmadığından ve abd umutsuzca israil’e arka çıkarken; filistinliler, güvenlik konseyi’ndeki planlanmış abd vetosuna karşı, eğer henüz güçlenmiş “arap sokaklarının” (uzun yıllar boyunca yanlış kullanılmış bu terim sonunda analitik düzlemde gerçek yerine oturmuş gibi) öfkesiyle birlikte etkisini katlayabilecekleri bir siyasi bedel ortaya çıkarabilirlerse, tarihsel süreçte kötü olan ellerini ilk kez iyi oynamayı başarmış olacaklar.

abd ve israil’e statükoyu (mevcut durumu) devam ettirmenin bundan böyle acısız olmayacağını göstermek bütün seçenekler arasında en iyisi olarak gözüküyor. buna ek olarak, filistinlilerin israilliler karşısında eşitlik ve adalet üzerinden yeni bir anlatı yaratmalarını sağlayacak. obama’nın sözlerindeki gibi, filistinliler egemen bir devlete sahip olmayı israillilerden daha az hak etmiyorlar.

yaklaşan intifada, arap demokrasi ayaklanmalarının iyi örneklerini takip edebilirse ve israil’in filistinlilere karşı kullanmak üzere hazır oldukları şiddet içeren müdahale yöntemlerinin karşısında şiddetsiz bir şekilde eylemlerini gerçekleştirebilirse, bu yeni anlatı abd’nin süreçteki yerini zayıflatıp, iki taraf arasındaki diplomatik düzlemde önemli bir rol oynayacaktır.

zayıf olan bile kan kokusunu alıyor

tabii ki anlatıdaki bu değişim on yıllardır süregelmekte olan amerikan dış politikası tahakkümlerini tehdit edecek bir noktaya ulaşamayacaktır, ama onları korumak abd için daha zor hale gelecek. bu süreç, hem bölgedeki hem de abd’deki insanların yazdan sonbahara geçerken fark etmeye başladıkları gibi, obama’nın duruşunu hem içeride hem de dışarıda zayıflatabilir.

filistin meselesinin dışında, obama’yı bm’de bekleyen diğer büyük bir kusursuz fırtına parçası da abd’nin, bölgedeki demokrasi hareketine karşı duruşudur. arapların çoğu, obama’nın tunus ve mısır’daki ayaklanmaların en sıcak anlarında “d” kelimesini (demokrasi) kullanmaktan nasıl kaçındığını çok iyi hatırlıyor. özellikle mısır’daki askeri cunta mısır demokrasisinin tesis edilmesi önünde ciddi ihlallere devam ederken abd yönetiminin ketumluğu, obama’nın arap baharı’nın bu öncü ülkesinde imajının daha da zedelenmesine neden oluyor.

abd’nin suriye cumhurbaşkanı beşar esad’ın veya yemen cumhurbaşkanı saleh’in iktidardan gitmeleri için baskı yapmaktaki isteksizliği, bahreyn konusundaki can sıkıcı sessizliği (suudi arabistan, ürdün, fas ve kanatlanmakta olan demokrasi hareketlerini bastıran diğer monarşileri saymıyorum bile) abd’yi (ve avrupa’yı), bölgedeki protesto hareketinin ivmesinden daha da uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor.

bu politikalar, ayaklanmaların başlangıcında genç protestocuların sağlam bir şekilde yanında durabilecekken durmayan abd’nin, olaylar yatıştığında çok daha zayıf bir pozisyona gerileyeceğini garanti ediyor. kaddafi’yi devirmiş olmak obama ya da daha geniş anlamda abd’ye herhangi bir şekilde puan kazandırmayacak. zira kaddafi abd için hiçbir zaman bir dost değil, daha çok faydalı bir uşaktı: tıpkı saddam’ın başına gelenler gibi, daha büyük çıkarlar için kolaylıkla gözden çıkarılabilecek durumdaydı.

hakikaten, protestocular abd’nin, arap dünyasındaki otoriter rejimlerin yapısı içinde işlenen suçlara ne denli bulaşmış olduğunu biliyorlar. eğer birkaç yüz mısırlı israil büyükelçiliğini neredeyse paramparça etti ise, bir sonraki seferde on binlercesinin neler yapabileceğini siz düşünün. özellikle de yaklaşan seçimlerden sonra gerçek bir demokrasiye benzer bir şeye geçiş sağlanırsa, yeni gelen hükümet, hassasiyetlerine saygı göstermek zorunda olacak.

protestocular abd’nin ortadoğu’daki üç temel hedefini çok iyi biliyor (petrol üreticisi kilit müttefiklerini ve uşaklarını korumak, israil ve mısır askeri komplekslerinin istikrarının sürmesini sağlamak ve daha da büyük ölçüde abd “silahdolar-petrodolar” kompleksinin gücünü muhafaza etmek) ve bu hedefler gerçek demokrasinin çıkarlarına zarar verici nitelikte. bu protestocular daha da güçlendikçe, başkanlığına beraberlik ve ortak gayeler vurgusuyla, belagatlı sözler söyleyerek başlayan obama, bölgede giderek daha da yalnız kalacak.

gerileyen bir sistem mi?

obama daha da zayıf göründükçe, sistem kendisini yıkılmaktan kurtaracak alternatifler aramaya başlayacak ve bu da amerikalıların ezici bir çoğunluğunun ihtiyaçlarının aksine, ülkenin daha da militarize olmasıyla sonuçlanabilir. böylece daha da zayıflamış ve tehlikeli hale gelmiş bir abd yavaş yavaş kendi yok oluşuna meyledecek ve bunun sonucunda ‘neocon’ların uzun zamandır hayalini kurdukları “medeniyetler çatışması”, tanık olabileceğimiz bir olasılık haline gelecek.

sözü geçen medeniyetler sadece din, aşiret veya ulus üzerine kurulu olmayacak. para, güç ve gelecekle ilgili kati karşıt görüşler ayrıma neden olacak: üçüncü dünya gençleri tarafından yönlendirilen bir arap baharı ve onların batılı denkleri (umarız ki artık daha da fakirleşmeyi oturup desteklemek istemeyen milyonlarca işçi sınıfı amerikalı da dahil olarak) karşısında, washington’dan tahran’a, oradan pekin’e kadar, on yıllardır kanlı bir birliktelikte olan “nitham”ın bağlantılı olduğu dünya elitinin baskı, yağma, hoşgörüsüzlük ve şiddet dinamikleri.

tarih sahnesinde böylesine bir ürünün ceremesini barack obama’nın çekmesi hiç adil değil. ne var ki tarih kimin haklı olup olmadığına bakmaz. her durumda görünen o ki, bugün obama liderliğindeki abd giderek daha zayıf ve sersem bir hale gelirken, karşısındakiler (arap sokaklarından çin devlet konseyi’ne kadar) her geçen yıl abd’nin isteklerine ulaşmasını engelleme konusunda daha da becerikli oluyorlar.

barack obama’nın bu dinamiği değiştirmek için çok az zamanı ve hareket alanı var, ama bm’de göstereceği azıcık dürüstlük güzel bir başlangıç noktası olabilir.

mark levine, uc irvine’de (kaliforniya irvine ünivesitesi) tarih bölümü'nde öğretim üyesi ve isveç’teki lund üniversitesi’nin ortadoğu çalışmaları merkezi’nde misafir araştırmacı. en son kitapları random house’dan çıkan “heavy metal islam!” (heavy metal islamiyet) ve zed books’un yayınladığı “impossible peace: israel/palestine since 1989” (imkansız barış: 1989’dan sonra israil/filistin).

twitter’dan takip edin: @culturejamming

bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve al jazeera’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Mark LeVine

mark levine, uc irvine (kaliforniya irvine ünivesitesi) tarih bölümü öğretim üyesi ve isveç’teki lund üniversitesi orta doğu çalışmaları merkezi misafir araştırmacısı. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;