Görüş

11 Eylül ve tarihi yazanlar

Batı, 11 Eylül’den on yıl sonra, Küresel Güney’i kontrol etme amaçlı siyasi ve askeri çabalarından geri adım atmak zorunda.

ABD’nin Libya’daki gelişmeler karşısındaki çekingen tutumu, Batı’nın Küresel Güney’e yönelik arzularının azalacağı bir geleceğe geçişi işaret ediyor. [Scribblings of Light, flickr]

11 eylül’den sonra, abd başkanı george w. bush yönetimi, teröre karşı küresel savaş dönemini başlatmıştı. birçok insan için terör saldırılarına verilen bu karşılık yanlış bir değerlendirmenin sonucuydu. buna rağmen, henüz 2000’lerin ilk on yılı bitmeden, abd güçleri iki ülkeyi işgal etti ve bugün libya’daki hava savaşı devam ederken, yemen, somali ve pakistan’da gölge savaşlarda mücadele ediyor. pentagon’un kumanda alanı bütün gezegeni kapsıyor ve abd hemen hemen dünyanın bütün ülkelerinde aktif askeri yardım programlarına sahip.

savaşlar, siyaseti ve değerleri yeniden düzenler. gerçek ve doğru olarak kabul edilenleri yeniden kurar. dünyayı, savaşın patlak verdiği zamanla kıyaslandığında tanınmaz bir hale getirir. dünya tarihindeki çağların çoğunlukla savaşlarla başlamasının nedeni de budur. 11 eylül dönemini nasıl anlamalıyız? tarih cetvelinde nereye aittir?

11 eylül 2001’de gerçek görünen bazı şeyleri hatırlayarak başlamak faydalı olacaktır. abd, “tek kutupluluk anında” sorgusuz bir küresel üstünlük yaşıyordu. “tarihin sonu” gelmişti ve her yerde, her zaman barış ve refah sözü veren liberal demokrasi ve serbest piyasaları işaret ediyordu. batı ve onun uluslararası örgütleri dünyayı, nihayetinde herkesin menfaatine olacak şekilde, yönetiyordu. küreselleşme insanları birbirlerine yakınlaştırıyordu.

bugün ise bütün bu hakikatler yerle bir olmuş durumda. 90’lı yılları ve soğuk savaş’ın bitmesinin ehemmiyetini anlamamak, bizleri 11 eylül’den sonraki on yılda olan bitenleri idrak edemeyecek bir hale getirdi.

yenilenen küresel askeri taahhütler, abd’nin kaçınılmaz olan inişe geçişini hızlandırdı. finans kapitalin kontrolsüz gücü, batı dünyasının ekonomilerini ve toplumlarını yıkıma uğratıyor. avrupa, ciddi bir liderliğe biraz olsun yaklaşan herhangi bir şeyden yoksun, tasarruf tedbirlerinin parçalayıcı politikalarına ve ırkçı, göçmenlik karşıtı popülizme batmış, takatsiz bir halde. büyük uluslararası kurumlar dünyayı alt üst eden krizi kenar çizgisinden takip etmekte. uzlaşmanın ve karşılıklı anlayışın yolunu açması beklenen iletişim teknolojileri, devletlerin kendi vatandaşlarını gözetlemesi ve büyük şirketlerin insanların arzulamaları gereken tüketim ürünlerinin sayısını arttırması için kullanılmadığı zamanlarda, ayaklanmalara ve terörizme, isyancılara ve mali vurgunculara yardımcı oluyor. 

dünya politikasının doğası hakkındaki genel kanılarımızda nasıl oldu da bu kadar yanılabildik? neyi görmeyi beceremedik ve bunu neden beceremedik?

bizleri kör eden en büyük kibirimiz, güçlü olanın tarihi istediği şekilde yazabileceği düşüncesidir. bu hataya özellikle uluslararası siyaset üzerinde kafa yorarken düşüyoruz. görüş bildiren köşe yazarları ve beyin takımı liderlerinden de aldığımız destekle, dünyayı büyük güçlere sahip karar vericilerin bakış açısından görmeye meylediyoruz: batı, libya ile ilgili olarak ne yapmalı? abd, yemen’de devletin başarısızlığına veya iran’ın “bombasına” nasıl bir karşılık vermeli? g20 borç krizi konusunda ne yapmalı?

‘rodeocu kovboylar gibi’

kendi ülkelerimizdeki siyaset söz konusu olduğunda, siyasetçileri, büyük bir doğal güç tarafından ayaklar altında alınıp çiğnenmeden önce canını korumaya çalışan rodeocu kovboylar gibi görmek kolay. onları yere atan “boğa”; uzun süredir içten içe kaynayan bir toplumsal kriz, iktisadi dalgalanmada iniş veya hiç kimsenin üzerinde kontrolü olmayan bir dizi olay olabilir. siyasetçilerin ne kadar dayanabileceğini sahip oldukları becerileri belirlerken, bizler de gerçek gücün kimin elinde olduğunu merak ederiz.

bunun sonucunda, görünenin altında yatan toplumsal yapılar, tarihsel miraslar ve ekonomik ilişkiler gibi talihimizi belirleyen süreçlerle yüzleşmek zorunda kalırız. insan unsurunun da söz söyleme hakkı vardır, ancak sadece büyük liderlerin düşünceleri önemlidir. sıradan insanlar, sosyal ve siyasi hareketler olayları yönlendirebilir ve ‘politika yapanları’ harekete geçmeye zorlayabilir. ancak talih genellikle insani amaçların karşısında işler. güçlüler de onlara direnenler de emellerine tam olarak nadiren ulaşır.

uluslararası siyaset hakkında düşünürken aklımızdan geçen güçsüzleşmiş ifadelere dair çok güzel bir örnek “soğuk savaşı reagan kazandı” iddiasıdır. modern devlet dediğimiz muazzam aygıt, liderine (“thatcher”, “gorbaçov” gibi) indirgenir. olayları şekillendirme gücü (diğer taraftan temsiliyet veya aracılık), kesinkes, küresel kuzey’de yaşayan bu liderin elindedir. neredeyse tümü küresel güney’de gerçekleşen bir dizi şiddetli mücadele, aslında gerçekten bir savaşın var olmuş olduğunu bile kabul etmeyen tek bir ifadenin altında sınırlandırılarak sınıflandırılır. her şeyden önemlisi, tabii ki, iyilerin kazandığı derli toplu bir son (1989) hayal edilir.

tarihsel çağları başlatan tarihler (1989 veya 11 eylül gibi), çeşitli hayali tarihler ve coğrafyalara atıfta bulunur. ancak, dünya siyasetini tanzim ettiğimiz bu tarihler, garip biçimde, avrupa merkezlidir. yerküre üzerindeki devirleri belirleyen tarihler, avrupalıların keşifleri, fransız devrimi, viyana kongresi ve almanya’nın işgalleri gibi olaylar olmuştur; yani, 1492, 1789, 1815, 1914 ve 1939.

dolayısıyla, bize 11 eylül olaylarını yaşatan küresel tarihleri ve toplumsal ilişkileri kavrama konusunda fark edilebilir bir şekilde aciz kalıyoruz. yerkürenin kuzeyi ve güneyi arasında gerçekleşen ve modern dünya siyasetinin itici gücü olmuş olan büyük toplumsal, politik ve ekonomik mücadeleleri, uluslararası ilişkilerin analizinde kullanılan geleneksel tabirlerle ayırt edebilmek neredeyse imkansızdır. bu küresel tarihlerin kökenlerinde avrupa emperyalizmi ve kapitalist dünya düzenine daha çok halk ve bölgeyle daha fazla yaşam alanını katma amaçlı olağanüstü çabalar vardır.

emperyalizm, kapitalizm ve onların birlikte yarattığı modern dünyanın basit bir şekilde avrupa’da doğmuş olmadığının altını çizmek de çok önemlidir. her ne kadar eşit olmayan güç ilişkileri altında gerçekleşmiş olsa da, bunlar avrupa dışındaki dünya ile birlikte üretilmiştir. sermayenin işçilere ihtiyacı olduğu gibi, emperyalizm de işbirlikçilere gerek duyar. dünyanın ilk fabrikaları ingiltere’de değil, karayip adaları’nda kurulmuştu. bu fabrikalarda afrikalı köleler şeker üretiyordu.

dünya savaşları, avrupa emperyalizmi iktidarının içini boşalttı ve küresel güney’de bağımsızlık mücadelelerini serbest bıraktı. bu mücadelelerin başını, çoğu yerde, emperyalizm karşıtı ‘sol’ çekti ve kırk yıldan daha uzun bir süre boyunca devrimciler ve direnişçiler, ölüm mangaları ve askerlerle ölümüne savaştılar.

solun çöküşü

1989’un yer kürenin tarihindeki önemi, çok genel bir ifadeyle, sermayenin yayılmacı enerjilerini değiştirip yerine yenisini koymayı, dizginlemeyi veya yönlendirmeyi amaçlayan siyasi hareketler olarak siyasi solun hem kuzey’de hem de güney’de yenilgiye uğramasıdır.

soğuk savaş sırasında batılı güçler, komünizm çekici görünmeye başlamasın diye, ülkelerinde toplumsal refah sistemleri muhafaza etmek zorundaydı. diğer taraftan sovyetler, her ne kadar başarılı olamasa da, çamaşır makinesi, buzdolabı ve diğer tüketim eşyalarını üretebileceklerini kanıtlamaya çalıştı. sscb’nin çöküşüyle birlikte neoliberalizm tasmasından kurtuldu ve büyük bir hevesle batı’daki ‘refah devletlerini’ bertaraf etmeye yöneldi. eski sovyet bloğu ülkelerine “şok terapisi” uygulanırken, küresel güney’deki çok sayıda ekonomiyi kontrol etmek için borç krizi kullanıldı. batı, artık üçüncü dünya’daki müttefiklerini sağlama almak için haddi hesabı olmayan yardımlar yapmak zorunda değildi.

solun yenilmesinin iki ürünü, geçtiğimiz yirmi yılda olanları belirlediği gibi önümüzdeki yirmi yıl boyunca da tarihi yazmaya devam edecektir:

soğuk savaş’ın bitmesi, denetimsiz kapitalizmin toplum üzerindeki vahim sonuçlarının sona erdiği anlamına gelmiyordu. haksızlıklar, adaletsizlikler, yoksulluk, öfke, insani olan her şeyin kâr anlayışına göre değerlendirilmesi ve satılan veya satın alınabilecek bir şeye indirgenmesi değişmedi; hatta daha da şiddetlendi. ancak, siyasi alandaki bu nahoş durumdan yararlananlar sol değil sağ görüşlüler oldu; yani komünistler değil, hem hristiyan hem de müslüman köktenciler... regüle edilmeyen  kapitalizmin perişan ettiği insanların kızgınlıklarının yanlış yönlendirilmesinden beslenen çay partisi’nin yeri de işte burası.

1989’un bir diğer sonucu da sermayenin siyasi gücünün çok çarpıcı bir şekilde artması olmuştur. batı dünyasının tamamında, ancak özellikle de abd’de, siyasi tartışmaları büyük ölçüde dev şirketlere ait medya şekillendirirken, siyasetçiler büyük sermaye’nin rehineleridir.

dünyaya at gözlüğüyle bakmak

burada, hayatta olsa karl marx’ın da büyük bir olasılıkla bize söyleyebileceği gibi, şöyle bir sorun var: kapitalistler, kendi ticari çıkarları açısından neyin faydalı olacağını bilmelerine rağmen, genel olarak sistemin menfaatine olacak işbirliğine girme yetisinden mahrumdur. insanların biraz olsun içinde yaşamak isteyebileceği türde bir kapitalist toplumu idame ettirebilmek içinse devasa kamu yatırımları ve altyapı; tarafsız, profesyonel ve etkin bir kamu hizmeti ile etkili ve yasalara uygun, güçlü bir regülasyon çerçevesi gerekir.

kapitalistlerin çoğu bütün bunlar için vergi ödemeyi veya sektörlerinin önemli ölçüde regülasyona tâbi olmasını istemez. onlara bir sınıf olarak çok fazla güç verdiğinizde; özel çıkarları, lobicileri ve kendilerine itaat eden siyasetçileriyle devleti güçsüzleştirirler. bunun sonucu ise, halihazırda izlemekte olduğumuz, batı ve onun ekonomilerinin kendi kendilerini yok etmeleri olarak tanımlayabileceğimiz dramdan başka bir şey olamaz. batılı toplumların modernizasyon, yatırım ve büyüme ve istihdam stratejilerine büyük bir ihtiyaç duyduğu ayan beyan ortadadır. ancak bunlar için mücadele edebilecek siyasi güçler çoktan bozguna uğratıldı. batı’daki siyasi sistemlerin, önlemek için gönüllü olarak hiçbir şey yapmayacakları bir felaketi, acı içinde önceden haber vermek ise paul krugman gibi uzmanlara kaldı.

terör karşısındaki küresel savaşın planlanan küçülmesiyle ilgili zamanlamaya, batı’nın kendi kendine yarattığı bu kriz sebep olmuştur. ne de olsa, yurtiçinde veya yurtdışında bir ulusun inşası vergi gerektirir. teröre karşı sürdürülen savaş, bush’un irak savaşı’nda kullandığı ifadeyle “özgürlük için geleceğe yönelik bir strateji” ile gerçekleştirilecek ülke işgalleri olmayacak;  2001 yılında batılı liberallerin uyardıkları gibi, polislik, casusluk ve özel harekatlar savaşına dönüşecektir.

soğuk savaş, 90’lı yıllar ve 11 eylül sonrasındaki on yıllık dönemi bir bütün haline getiren unsur, 1945’de çöken ‘imparatorluğun’ ardından, küresel güney’in siyasetini, ekonomilerini ve nüfuslarını kontrol etme amaçlı çabaların tekrar tekrar canlandırılması olmuştur. bu döneme, olağanüstü delilikler olarak nitelendirilen ve büyük insani kayıplara yol açan savaşlar (kore, vietnam, cezayir, mozambik savaşları ile orta ve güney amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde gerçekleşen birçok savaş) damgasını vurdu. bush’un irak ve afganistan’daki dehşet verici adaletsizlikleri büyük bir olasılıkla, bu savaşlar dizisini sonlandıracak. libya’ya karşı çekingen bir tutum benimsenmesi de, batı’nın küresel güney’e yönelik büyük arzularının azalacağı bir geleceğe geçiş anlamına geliyor.

batı’nın, 16. yüzyılda başladığı, küresel güney’i kontrol etme amacını güden, büyük kapsamlı ve etkin siyasi ve askeri çabalarından geriye adım atması, dünya gücü olarak batı’nın ölüm çanlarını çalıyor. 11 eylül’ü takip eden on yıl, bu tarihi final oynanmadan önceki son perdedir.

tarak barkawi, cambridge üniversitesi, uluslararası çalışmalar merkezi’nin savaş çalışmaları bölümünde eğitim vermektedir. rowman and littlefield’dan çıkan “globalization and war” (küreselleşme ve savaş) kitabının yazarıdır. ayrıca, harvard üniversitesi, olin enstitüsü; king’s college london, savaş çalışmaları departmanı; stanford üniversitesi, uluslararası güvenlik ve işbirliği merkezi ve ohio state üniversitesi, uluslararası güvenlik çalışmaları mershon merkezi gibi önemli eğitim kurumlarında çalışmıştır.

bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve al jazeera’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Tarak Barkawi

tarak barkawi new school sosyal araştırmalar merkezi’nde öğretim üyesidir. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;