Görüş
Libya için ilk ‘puan tablosu’
Kaddafi sonrası geçiş dönemi, Arap Baharının yenilediği ‘Pan Arabizm’ ruhunun karşı karşıya kaldığı en büyük meydan okumayı temsil ediyor.

muammer kaddafi’nin kırk bir yıllık diktatörlüğünün yıkılmasıyla birlikte, arap devrimleri yılında oyunun kuralları, sadece sistematik ve büyük ölçekli siyasi değişiklik arayan bölge halkları için değil, aynı zamanda küresel ölçekteki jeopolitika açısından da değişti.
içinde bulunduğumuz yıl, şu ana kadar, önce tunus ve sonra mısır olmak üzere, arap dünyasında iki diktatörün başarıyla azledilmesi, bu ülkelerin tamamına yayılan şiddetsiz protestolarla gerçekleşti. devletlerin ‘başı kesildi’, ama kendileri tasfiye edilmedi. bin ali ve mübarek, kurmaylarıyla birlikte konumlarını bırakmak zorunda kaldı. mübarek, oğulları ve ‘eski rejimin’ diğer üst düzey görevlileri hayatlarının kalan kısmını hapishanede geçirebilir.
her ne kadar mısır’daki protestocular, mübarek’in iktidarı terk etmesinden önceki birkaç gün boyunca kahire dışında devlete karşı önemli ölçüde şiddet kullanmış olsalar da, toplu protestolarda halk büyük oranda şiddete başvurmadığı için bu “devrimler” gerçekleştiği sırada veya şu ana kadar ülkelerdeki iktidar yapısını radikal bir şekilde değiştiremedi.
kader anları, geleceği belirleyen seçimler
mübarek’in iktidarı terk etmesinden bir gün sonra, ayaklanmanın merkezinde yer almış yirmiye yakın genç aktivistin düzenlediği bir toplantıya katıldım. toplantıdaki tartışmanın ana başlıklarından biri ordunun ne kadar zorlanması gerektiği idi. arkadaşlarımızdan biri “ordunun bizden ödü kopuyor” dedi. bu yorumun ardından gruptaki birçok kişi, geçici hükümete devir sürecinin hızlanması, mısır’ın askeri ve sivil elitlerini son derece zenginleştiren ekonomik ağların tasfiye edilmesi için orduyu zorlamak gerektiğini savundu.
ancak, protestolar sonrasında insanlar çok yorgundu ve orduya, (daha sonra libya, suriye ve bahreyn’de yaşananın aksine) protestoculara karşı şiddet kullanmayı reddettiği için hâlâ iyi gözle bakıyordu. toplantıdaki liderlerin çoğu ve genel olarak bütün katılımcılar, kısmen bile olsa demokrasiye barışçıl geçişi sağlayacak bir diyalog ve uzlaşma arzusu peşindeydi. açıktır ki, bunu yaparak mısır’ın ekonomi politiğinde radikal bir dönüşümü başlatma fırsatını kaçırdılar. bu da, mübarek döneminin güç ve servet sisteminin şu ana kadar hemen hemen hiç bozulmadan kalmasına olanak verdi.
protestocular, demokrasiye geçiş, askeri mahkumların serbest bırakılması, mübarek ve siyasi yandaşlarının yargılanması ve (daha az başarılı olmuş olsa da) işçilerin ve ‘halkın’ ülkenin servetinin bütününden daha fazla pay almalarını sağlamak için orduyu zorlamak amacıyla tahrir meydanı’na birçok kez geri dönmek zorunda kaldı. ancak pozisyonları 12 şubat gösterilerinde olduğundan daha zayıftı.
tunuslular da benzeri bir mücadele içinde. ekim ayında yapılması planlanan seçimlerin sonucu ne olursa olsun, ülke elitinin topluma sirayet etmiş mafyamsı kollarının kökünü kazımak, en az yukarıdaki kadar ve belki de daha zor olacak. bütün bunlara rağmen, mısırlılar ve tunuslular şiddetsizliği protestoların ve demokrasiye geçiş sürecinin en önemli öğesi yapmakla, ülkelerinin gelecekte yaşayacağı siyasi ve toplumsal çatışmaların çözümlenmesi süreçleri için bir çerçeve yaratmış oldular; ülkenin geleceğiyle ilgili tartışmalar çok kızıştığında dahi siyasi şiddete çok az tahammülü olan bir çerçeve. önümüzdeki dönemde, yeni geliştirilecek siyasi sistemler ekonomik statükonun güçleriyle mücadele ederken bu ‘kırmızı çizgi’ çok değerli olabilir.
aynı şekilde önemli olan bir konu daha var: ordu ve ekonominin geleneksel elitlerinin ‘yeni’ mısır ve tunus’ta büyük ölçüde güç sahibi olacaklarına kesin gözüyle bakılıyor. ancak, ülkelerin genç girişimcileri ve küçük ölçekli işletmeleri afrikalı komşularındaki (bu ülkelere on milyarları bulan petrol kaynaklı harcanabilir geliriyle libya da artık dahil olmuştur) emsalleriyle iş bağlantıları kurduğu takdirde, halk ve demokratik hükümet ile ordu ve onun yandaşları arasındaki güç dengesi önümüzdeki on yıl içinde, geçtiğimiz on yıl içinde türkiye’de olduğu gibi, değişebilir.
‘şiddetten demokrasi doğar mı?’
diğer taraftan, filipinler’den güney afrika’ya kadar, “halkın gücünü” temsil eden hareketler çoğu kez şiddetin daha çok artmaması için ekonomik veya askeri elitlerle taviz verecek şekilde anlaşmış; ve bunu yapmakla, serveti belirli bir azınlığa mal eden bozuk düzenlerin iktidarda kalmasına izin verirken aynı zamanda şiddet potansiyeli olan toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler ile çatışmaların devam etmesine olanak sağlamışlardı.
yukarıdakilerin tam tersine, libya’nın özgürlüğü büyük çapta şiddet kanalıyla kazanıldı. savaşçılara dönüşen sıradan siviller deneyiminden nato’nun desteklediği geçiş yönetimine kadar, bu gerçeğin kısa vadede ülkenin gelişimini nasıl etkileyeceğini söylemek pek mümkün değil. libya devleti (‘halk cumhuriyeti’), kaddafi ve rejim yandaşlarının tahakkümü altındaki güç ve servet ağları ile birlikte tasfiye edilecek gibi görünüyor. ancak bunun yerine neyin geçeceğini ve yeni güç dengesinin şiddete başvurmaksızın nasıl kararlaştırılacağını bilebilmek daha bile zor. baskıcı devletlerin (dışarıdan başlatılan veya desteklenen) şiddet kullanılarak devrilmesi deliliği karşısında ahlak dersleri niteliğindeki afganistan ve irak uzaklardan birer tehdit olarak belirmeye devam ediyor.
şurası muhakkak; ‘kalaşnikof’u bırakmak elle yapılmış çizimlerle süslenmiş pankartları bırakmaktan daha zor. 18. yüzyıldaki fransız devrimi’nden 20. yüzyıldaki çin devrimi’ne kadar, geçmişin şiddet içeren devrimlerine baktığımızda gördüklerimiz, temsili demokrasi ile servet ve kaynakların yolsuzluklar yaşanmadan eşitlikçilik ilkesiyle dağıtımı açısından iyiye delalet etmiyor. el kaide’yle bağlantılı olma olasılığı bulunan silahlı grupların libya’da oynadıkları müphem rol, beğenmedikleri şekilde gelişmesi halinde, yeni oluşmakta olan sistem karşısında büyük bir şiddete işaret ediyor olabilir. ayrıca, diğer toplumsal güçler de oluşmakta olan yeni düzen içinde yeterince kabul görmemeleri halinde haklarını ve kaynakları güvence altına almanın doğal yolunun şiddete başvurmak olduğunu düşünebilir.
puan kartı
şu an itibariyle libya devrimi’nin en büyük kaybedeni (kaddafi ve onun görevlilerini saymazsak), arap dünyasındaki devrimci dalgada siyasi değişim elde etmenin temel aracı olarak şiddetsizliğin oynadığı rol olacaktır. bu kaymanın uzun vadedeki etkisini bilmek çok zor; ancak gerçek şu ki ‘kan kan getirir’ ifadesi sadece çok sık alıntılanan bir bedevi ilkesi değil (“dum butlab dum”), siyasette neredeyse evrensel bir gerçek ve bir kez başladıktan sonra durdurulması son derece güç.
toplum üzerinde hegemonya elde edip şiddetin tekelini (bu olmaksızın işlev gösteremeyecektir) üzerine alacak yeni bir devlet hızla ortaya çıkabilirse, bu durum özellikle suriye’deki, demokratik amaçları uğruna şiddete yönelebilecek demokrasi yanlısı güçlerin argümanını güçlendirebilir. böylesi bir hamle ise, bahreyn’den işgal altındaki filistin’e kadar, bölge genelindeki demokrasi yanlısı protestoları etkileyecek ve daha fazla şiddete yol açacaktır.
isyancıların libya’daki zaferinin diğer büyük kaybedenleri kimler? bu listenin başına birleşmiş milletler (bm) ve uluslararası ceza mahkemesi’ni koymak lazım. nato’nun isyancılara verdiği toptan desteği, libyalıların çoğu gibi birçok kişi olumlu bulsa bile, askeri bloğun çatışmaya müdahil olmasına yetki veren birleşmiş milletler kararı açıkça ihlal edilmiştir.
bm güvenlik konseyi’nin mart ayında kabul ettiği 1973 sayılı karar, rejimin varlıklarını dondururken, ateşkes çağrısında bulunmuş, ‘uçuşa yasak bölge’ belirlemiş ve kaddafi’nin güçlerine karşı silah ambargosu uygulamaya koymuştu. en önemlisi de bu karar, üye ülkeleri “sivilleri ve sivillerin bulunduğu alanları korumak için […] gereken her tür önlemi almak için” yetkilendirmişti.
nato, tabii ki, “her tür önlem” ifadesini isyancılara aktif destek vermeyi ve rejimi devirmeyi içine alacak şekilde yorumladı ve bunun için, ‘kaddafi’nin uygulamaya devam ettiği toplu şiddet, libyalı sivilleri korumanın tek yolu onu iktidardan indirmektir anlamına geliyor’ argümanını kullandı. bu argüman doğru da sayılabilir; ancak 1973 sayılı karar yabancı güçlerin devrimde taraf seçmesini ve bm üyesi bir devletin yönetimini alaşağı etmek için aktif bir şekilde çalışmasını amaçlamamıştı.
bir güvenlik konseyi kararının koşulları onları uygulamakla vazifeli olanlar tarafından bu kadar aşılıp ihlal edilebiliyorsa, gelecekteki konsey kararları ne kadar güvenilir olacak? ayrıca, konsey üyeleri bu kararı alırken nato’nun gerçek niyetini zaten biliyorsa, bu da güvenlik konseyi’nin ve onun yanı sıra uluslararası ve sivil çatışmaların tarafsız arabulucusu olarak birleşmiş milletler’in itibarını zedeleyecektir.
bir diğer büyük ‘kaybeden’ de kaddafi, oğulları ve onun yaverlerine tutuklama kararı çıkarmış olan uluslararası ceza mahkemesi’dir. şüphesiz, lahey’de insanlığa karşı işlenmiş suçlar için mahkemeye çıkmaları halinde kimse gözyaşı dökmeyecek ve hayatlarının kalan kısmını hapiste geçirmeleri de adaletin yerini bulması olacaktır. ancak bu, ‘güçlüler için adalet’ olacak ve büyük bir gücün, özellikle de güvenlik konseyi’nin daimi bir üyesinin müttefiki veya ona faydalı olduğunuz sürece, adaletin sağlanması için uluslararası ceza mahkemesi’nde yargılanmanızın düşük bir ihtimal olduğunu dünyaya bir kez daha hatırlatacaktır.
israil başbakanı netanyahu, bahreyn kralı hamad bin isa el halife ve hatta george w. bush, bugün yarın resmi bir davet dışında lahey’e gitmeyecek belki, ama kaddafi’nin yakın gelecekte demir parmaklıklar arkasına konulması, suriye cumhurbaşkanı esad’ın kesinlikle dikkatini çekecektir. akıbetinin kaddafi’ninkine komşu bir hücreye konulmak olabileceğini görmek esad’ı, hâlâ şartları belirleyebilecek bir konumdayken iktidarı bırakmaya itebilir. ancak yine de, uluslararası ceza mahkemesi’nin esad’a suçlamada bulunması olasılığı düşük; çünkü moskova’da hâlâ dostları var ve onlar güvenlik konseyi’nin konunun araştırılmasına yetki verecek hiçbir kararını desteklemeyecektir.
libya devrimi’nin ilk günlerini bingazi’den aktaran christian science monitor haber kuruluşundan dan murphy, geçtiğimiz günlerde internet’te şu yorumda bulundu: "sorun bm güvenlik konseyi’nde. rusya ve çin gibi ülkeler uluslararası yetkinin ulusal egemenliklere dokunan meseleleri içine alacak şekilde genişletilmesi konusunda genel olarak huzursuz. suriye’de savaş suçlarıyla ilgili kanıtlar artıyor olmasına rağmen bm güvenlik konseyi’nin esad ve önemli işbirlikçilerine karşı eyleme geçmeye çok hevesli olmadığı görülüyor.”
esad, yakında lahey’e çıkmayabilir, ancak libya devrimi’nin büyük kaybedenlerinden biri de şüphesiz o; özellikle de nato, libya’da hızlı bir geçişi tamamlar ve libyalı emsallerinden ilham alıp şiddete yönelmeleri durumunda suriyeli devrimcilere yardım edebilecek şekilde serbest kalabilirse. gerçekten de, iran’ın müttefiki esad’ı, suriye’nin yüzünü batı’ya çevirecek biriyle değiştirmek ve basra körfezi’nden akdeniz’e kadar uzanan ‘şii hilali”ni parçalamak, abd, israil ve sünni körfez ülkeleri için büyük bir stratejik zafer olacaktır.
rusya’nın veya çin’in, halihazırda suriye’de tehdit altında büyük çıkarları bulunmadığını düşünürsek, perde arkasında sürdürülen müzakereler, bu ülkelerin suriye için libya’dakine benzer bir hareket planını kabul etmesiyle sonuçlanırsa şaşırmamalıyız. bunun bedeli kısmen, bu iki ülkenin sürdürmekte oldukları işgaller (çeçenistan, tibet) ve sistematik insan hakları ihlallerinden dolayı batı’nın uyguladığı baskıyı arttırmaya yönelmemesi olacaktır.
filistin ve bahreyn de libya devrimi zaferinin kaybedenleri; çünkü kazanılan zafer, özgürlükleri için mücadele eden halkların, büyük bir batılı gücü arkalarına almadıkları sürece, suçlarından çoğunlukla masun tutulan ve akıbetlerinin kaddafi, bin ali veya mübarek gibi olmayacağını bilmenin güveniyle hareket eden yönetimlerin insafına kaldığını bir kez daha gösterdi. yönetimler ise bunu, kuvvet tekelini ve o tekeli kullanabilmek için büyük küresel güçlerin desteğini koruyarak sağlıyor. ayrıca, aynı batılı liderler, zafer sarhoşu libyalıların minnet ve övgülerini israil veya bahreyn yönetimlerine verdikleri destek karşısındaki eleştirileri savuşturmak için kullanacaklar. yakın gelecekte büyük bir gücü arkalarına alamadıkları için çektikleri eziyetlerin üzerine gidildiğini göremeyecek ‘baskı altında oldukları gün ışığına çıkmayan halklar’ listesine kaşmir, myanmar ve çoğu orta asya ülkesindeki ‘hırsız düzenleri’ni de ekleyebiliriz.
libya’daki silahlı isyanın kazandığı zaferin asıl kaybedenleri yukardakilerse, asıl kazananları kimler?
kuşkusuz isyancıların kazandıkları zaferle birlikte nato’nun talihi çarpıcı bir şekilde döndü. nato, mart ayından beri yaptığı binlerce sortide kaddafi’nin güçlerini ve hatta çadırını dahi vurmuştu; ama yalnızca birkaç hafta öncesinde yorumcular, isyancıların kaddafi’yi mağlup etme yolunda yaşadıkları güçlükler yüzünden ittifak’ın ölüm ilanını yazıyordu. kimileri karadan asker gönderme çağrısı bile yaptı. ancak nato komutanlarının, büyük kayıplar vermeden ve karada büyük bir iz bırakmaksızın, güçlerin dengesini ve baskı uygulanacak yerleri doğru bir şekilde tespit ettikleri, dikkatlice hazırlanmış bir planları vardı.
stratejilerinin haklılığı şu an itibariyle kanıtlanmış bulunuyor. ve libya’nın muazzam zenginliğini düşünürsek, ‘yeni’ libya’nın sürekli nato güçlerine ev sahipliği yapması ve hatta ittifakın bir parçası haline gelmesi ihtimal dışı bir hayal değil. kaynak/terör savaşları afrika’nın içlerine doğru ilerlerken, libya, kıtanın genelindeki nato güçleri için en azından en uygun harekat toplanma noktasını oluşturuyor.
başkan obama da, en önemli kazananların biri; hiç olmadı kısa vadede bu doğru. libya’da diğer ülkelerin liderliği üstlenmelerine izin verme konusunda ellerinin titrememesi, ölçülü konuşması ve dikkatli söylemiyle, afganistan’daki durumun giderek ümitsiz göründüğü bir zamanda, daha önceden belirlenmiş olan bir hedefi elde etmekte başarılı olduğu görülecektir. (aslında, olanlara bakıldığında diğer ülkelerin liderliği üstlendiği doğru değildir; çünkü abd’nin insansız hava araçları, uyduları ve özel harekat güçleri, isyancıların olayların akışını devlet güçleri aleyhinde değiştirip trablus’a yönelmelerine yardımcı olmak açısından çok bir rol oynamıştır.)
gerçekten de, libya’daki amerikan ‘zaferi’, abd’nin başını çektiği irak işgaliyle tam bir tezat teşkil ediyor. bush yönetimi irak’ta, yönetilen ya da desteklenen bir kaos politikası izledi ve bu politika, nihayetinde hem sünni hem de şii liderleri ülkeyi kuşatan şiddet ve kaosun daha da artması korkusuyla abd’ye ‘git’ diyemeyecek kadar dehşet içinde bıraktı. oysaki obama yönetimi libya’da, sivilleri koruma, uzlaşmayı teşvik etme ve dışişleri sekreteri yardımcısı jeffrey d. feltman’ın ifadesiyle “libya toplumunun bütün kesimlerini bir araya getirecek kapsayıcı bir geçişi” sağlayacak bir gündemi izleme konusunda çok dikkatli davranıyor.
kosova değilse, norveç mi?
birçok yorumcu, nato’nun libya’ya müdahalesi ile 1999 yılında kosovalı siviller adına sırbistan’ı bombalamasını karşılaştırdı. bu süreç, nato’nun kosova’da devasa bir üs kurması (bondsteel kampı) ve hâlâ ihtilaflı olan bu topraklar üzerinde bm/nato’nun aşağı yukarı sürekli bir vesayet sistemi oluşturmasıyla sonuçlandı. bilhassa, sırbistan’ın bombalanması sırasında nato’nun kosovalı sivilleri ‘koruma’ konusundaki istekliliğinin arkasındaki temel sebebin trans-balkan petrol boru hattı’nın potansiyel güzergahının kosova’dan geçmesi olduğu ile ilgili çok sayıda yorum yapıldı.
bir boru hattı doğrudan kosova’dan geçsin veya geçmesin, hazar petrolünü akdeniz’e ulaştıran bütün geçiş yollarının kontrolünü güvence altına almak abd ve avrupa’nın menfaatinedir. ancak libya, kosova değil. kosova, sırbistan devleti tarafından hâlâ sırbistan’ın bir bölümü olarak görülüyor ve dünyadaki devletlerin çoğu tarafından bağımsızlığı tanınmış değil. aynı şekilde, çeşitli mafya gruplarıyla yakın bağlarının yanı sıra hesap verme sorumluluğu olmayan yağmacı eliti ile kosova’nın uluslararası toplum içinde yardıma muhtaç, yoksul bir ‘ülke’ olması da önemli. kosova geçtiğimiz günlerde imf destekli ekonomik planının “raydan çıktığının” ilan edilmesiyle hoş olmayan bir duruma düştü ve sürekli işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluktan mustarip.
libya’ya gelince; ülke, muazzam bir petrol rezervine (dünyanın dokuzuncu ve afrika’nın, belki de, en büyük petrol rezervi), çok büyük bir yüzölçümüne ve nispeten küçük bir nüfusa sahip. serveti, bütün ‘sosyalistlik’ iddialarına rağmen kaddafi’nin yapmadığı gibi doğru bir şekilde yönetilirse, norveç’inkine benzeyen bir yol tutturması mümkün. norveç’in nüfusu libya’nınkinden biraz daha düşük ve petrol üretimi ile gelirleri de oldukça benzer.
geçtiğimiz yıllarda seyf kaddafi’nin sivil toplumu geliştirmeye yönelik sahte programına gösterilen büyük ilgi, libyalıların iyi işleyen, temsiliyete dayanan bir siyasi sisteme, dünyanın petrole susadığı kadar susamış olduğunu gösteriyor.
gerçekten de devrimin en büyük kazananları, en azından potansiyel olarak libya halkı. son iki ay boyunca tunus ve mısır’da birçok libyalı sığınmacıyla tanışıp kaddafi güçlerinin zalimlikleri, işkenceleri ve geniş ölçekli cinayetlerini anlatan dehşet verici hikayeleri dinledikten sonra, şiddetsizliğe gönülden bağlı biri olmama rağmen, özellikle fena bir diktatörden kurtulduğu için libya’nın dört bir köşesinden yükselen sevinç ve mutluluk karşısında empati duymaktan kendimi alamadım.
önümüzde kesinlikle çok uzun bir yol var ve yaşanan şiddetin uzun vadedeki sonuçları, libyalıların çoğunun istediklerini söyledikleri gibi bir toplum inşa edilmesini zorlaştırabilir. libya’daki devrimin ilk evresinin ardından, uluslararası topluma ve özellikle de libya’nın komşularına bu devrimin batılıların çıkarları, yozlaşmış yerel elitler veya çeşitli ideolojilerin yahut emellerin militanları tarafından zor kullanılarak yolundan edilmemesini sağlamak düşüyor.
son derece zengin kaynaklarla donatılmış libya’nın yeniden inşasını, libya halkının petrol kârı sunağında ve abd’nin afrika’daki etkin varlığını derinleştirme amaçlı özel harekat üslerinde kurban edilmemesini sağlamak için arap, afrikalı ve uluslararası sivil toplulukların büyük çaba göstermesini gerektirecek. birçok başka ülkede olduğu gibi “petrol lanetinin” ülkeyi bir kırk yıl daha yoz ve hırsız bir düzene mahkum etmeyeceğinden emin olmak gerekiyor.
bölgedeki ülkelerin neredeyse tamamı kendi sorunlu geçiş süreçleriyle uğraşırken, bu görevi yerine getirmek kolay olmayacak. ancak libya’daki çatışma sonrası geçiş süreci, arap gençleri arasında yayılan ve coşkuyla karşılanan pan arabizm dayanışmasının dönüşü açısından en büyük sınav anlamına geliyor.
mark levine, uc irvine’de (kaliforniya irvine ünivesitesi) tarih bölümü'nde öğretim üyesi ve isveç’teki lund üniversitesi’nin ortadoğu çalışmaları merkezi’nde misafir araştırmacı. en son kitapları random house’dan çıkan “heavy metal islam!” (heavy metal islamiyet) ve zed books’un yayınladığı “impossible peace: israel/palestine since 1989” (imkansız barış: 1989’dan sonra israil/filistin).
twitter’dan takip edin: @culturejamming
bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve al jazeera’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Yorumlar