Görüş
Suriye'de yanlış giden neydi?
Suriye’de fakirlik (özellikle Kürtler ve Türkmenler arasında) yaygın olmakla birlikte açlık yoktu. Belki de Suriye’nin Mısır’dan en önemli farkı buydu. Geniş bir orta direk tabana sahip olması, rejimin avantajları arasındaydı.

tunus'ta 2010'da başlayıp hemen mısır'a sıçramasıyla "arap baharı" olarak isimlendirilen demokrasi talebi süreci, hiç kimsenin öngörmemesiyle birlikte, aslında gereğinden fazla geç kalmış bir sosyal hareketti. soğuk savaş'ın yani iki bloklu dünyanın sona ermesinin ardından başlaması gereken bu değişim dalgası neden bu kadar geç kalmıştı?
bilindiği üzere soğuk savaş boyunca (1945-1989) arap dünyasının bir kısmı doğu bloku diğer kısmı ise batı bloku'na dâhildi; halktan kopuk bu yönetimler ise söz konusu blokların patronları ya da "ağabeyleri" konumundaki devletler tarafından desteklenmekteydi. ancak soğuk savaş'ın bitmesinden sonra da istikrar ve ticaret uğruna bu yönetimler desteklenmeye devam etti. tâ ki tunus’ta genç işportacı 17 aralık 2010 günü kendisini yakana; uydu kanalları, internet ortamındaki bloglar, twitter ve facebook gibi gençlerin kullanmaya çok alışık oldukları iletişim teknolojisinin imkânları, bir rüzgâr gibi bu kıvılcımı tüm arap dünyasına yayılan bir yangına dönüştürünceye kadar.
bu dalganın en son ulaştığı suriye’de işlerin neden ters gittiği sorusunu yanıtlayabilmek için öncelikle araplarla ilgili algımızdaki problemleri çözmemiz gerekiyor. bizim arap algımız, islâm’ın altın yüzyıllarının ardından asırlarca osmanlı devleti tarafından yönetilen ve birinci dünya savaşı ile birlikte batılı sömürgecilerin hâkimiyeti altına giren her biri petrol zengini halklar bütünüdür. bizler, 22 ülkeye dağılmış yaklaşık 400 milyonluk arap nüfusunu yekpare bir yapı gibi algıladık. hâlbuki durum çok farklıydı. uydu kanalları yaygınlaşıncaya kadar değişik ülkelerde körfez, şam, irak, kuzey afrika ve fas’ta çok çeşitli arap lehçeleri konuşan halklar birbirini dahi anlamakta zorluk çekmekteydi.
araplar tarihte daha ilk dönemlerden beri pek çok farklılıkları bünyesinde barındırmaktaydı. adnaniler ve kahtaniler, kuzey ve güney arapları, asıl araplar ve sonradan araplaşmış olanlar, meşrikliler ve mağripliler vs. gibi. ortaçağ araplarını sınıflandırmada kullanılan bu tasnifler günümüzde de mevcut olmakla birlikte modernitenin getirdiği yeni ekonomik ve sosyal farklılıklar bu isimlendirmelere de yansıdı. petrol zengini körfez ülkeleri (rantiye devletler) ile diğerleri, petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahip olanlar ve olmayanlar, halkları arasında dini ve mezhebi farklılıkları barındıranlar ve barındırmayanlar, azınlık veya çoğunluk tarafından yönetilenler, monarşiler ve cumhuriyetler, fakirler ve zenginler vs. gibi pek çok tasnife tabi tutulabilecek tarihsel tecrübeleri ve yaşayışları birbirinden farklı bu kadar geniş bir zümreyi tek bir yapı olarak düşünmek herhalde en büyük hatamız.
bütün bu nedenlerden dolayı, hepsi de arap devleti olmasına rağmen suriye ile irak’ı, mısır ile suudi arabistan’ı libya ile ürdün’ü ayrı ayrı ele alıp değerlendirmek lüzumludur. burada hemen şunu da söylemek gerekir ki fas, ürdün ve suudi arabistan monarşileri hanedanın halk nazarında bir meşruiyeti bulunduğundan arap baharı'na karşı daha dirençli görünmektedir. bunun dışında her ülkenin farklı problemlerinin olduğunu unutmamalıyız. mesela halkının çoğunluğu filistinli olan ve ürdün kökenliler arasında aşiret ve kabile kültürünün çok önemli olduğu ürdün, hıristiyan azınlık dışında, tamamıyla sünnidir. ürüdün'ün kuzey komşusu suriye ise lübnan ile birlikte arap coğrafyasının en karmaşık etnik-dini haritasıına sahip ülesi olarak özgün şartları ve hassas dengelere dayalı iç ittifaklarıyla iyi analiz edilmesi gereken bir alandır.
baas rejiminin dengelerini alt üst ettiği suriye'nin öznel şartları
suriye; aşiret bağları, güneydeki bazı kabileler dışında pek bulunmayan, şehirleşme oranı yüksek bir toplumdur. bünyesinde nusayri, dürzi, ismaili, sünni ve hıristiyan gibi dini-mezhebi farklılıkların dışında arap, kürt, türkmen gibi etnik farklılıkları barındırır. üzerine bir de nusayri azınlığın sünni çoğunluğu yönettiği, bir miktar petrolü de bulunan, önemli bir tarım ülkesi olarak orta halli suriye’nin karakteristiği lübnan’a daha yakındır. tabi bir de farklı tarihi tecrübeyi eklemlemek lazım. bilad-ı şam (greater syria), verimli hilal (fertile crescent) gibi adlarla bilinen suriye, mezopotamya ile birlikte tarihte en eski şehirlerin kurulduğu, kadim medeniyetlerin ortaya çıktığı bir bölgedir.
fransa, 1920-1946 yıllarında manda yönetimde tuttuğu suriye’yi etnik-mezhebi otonom bölgelere ayırmıştı. daha da ilginci beşşar esed’in büyükbabası yanı hafız esed’in babası, halkının sünniler arasında zor durumda kalacağını düşünerek, fransızlara kendilerine de bir devlet kurulması ya da lübnan’a bağlanmaları hususunda mektup yazanlar arasındaydı. ancak gün oldu devran döndü ve suriye’nin bağımsızlığını kazanmasının ardından 1950-1960’lı yıllarda askeri darbeler birbirini izledi. nihayet baas partisinin iktidarı ele geçirmesi ve 1970’de nusayri kökenli hafız esed’in suriye’de ipleri eline almasıyla işin rengi değişti.
hafız esed’in kişiliği, kendi içerisinde bir sembolizm içeriyordu. şam ve halep şehirlerinin sünni eşrafına karşı, lazkiye kırsalındaki kırdaha köyü'nden nusayri bir asker. hafız esed, ortaçağ yakındoğu’sunun en meşhur tarih filozofu ve sosyoloğu ibn haldun’un, 'bedevilerin hadarilere' yani göçebelerin yahut taşralıların yerleşiklere yahut şehirlilere daima üstün geldiği teorisinin mükemmel bir örneğiydi. taşranın şehri, çevrenin-merkezi ele geçirmesi.
onun kişiliğinde topladığı bu özellikler suriye’de her şeyin ters yüz (arapçanın şam lehçesiyle fevkanîn tahtanîn) olmasına yol açacaktı. osmanlı dönemi dâhil olmak üzere daima suriye’yi yönetmiş olan zengin sünni asil ailelerin (şâmiyyin el-asliyyin) yerini kırsaldan gelen heterodoks fakirler alacaktı. şam’ın asil ailelerinden gelen yaşlı bir teyze yıllar önce bana, "baas devriminden sonra bir gecede halayıklarımız efendilerimiz oldu." demişti. aslında sünniler ile nusayriler arasında içten içe devam eden kan davasını en iyi özetleyen cümle bu olsa gerek. bundan sonra bütün kritik görevlere nusayriler getirildi. nesiller, baas ideolojisi çerçevesinde yetiştirildi. aslında bugün suriye'de ancak 60 yaşının üzerindekiler, esed öncesi dönemi biliyorlar. bir başka deyişle suriye halkının büyük kısmı, gözlerini dünyaya esed ailesi ile açtı. daha iyisini de bilmiyorlardı.
buradaki yanılgıların başta geleni; yönetimin beşşar esed’in elinde olduğu düşüncesiydi. hâlbuki ipler daha ziyade esed ailesinin elindeydi ve beşşar esed’den reformlar konusunda çok büyük beklenti içinde olmak pek anlamlı değildi. beşşar esed batı’da da eğitim görmüş bir göz doktoruydu. sünni eşi esma da ingiltere’de yetişmiş modern bir hanımdı. bu batı ve bizler için güzel bir hikâyeydi ve onlardan reform yönünde beklentilerimiz çoktu. aslında bir takım reformlar da yaptı. ama beşşar esed ailenin hiçbir zaman birinci tercihi değildi. bir nevi veliaht olarak yetiştirilmiş ağabeyi basil esed’in trajik ölümü üzerine mecburen cumhurbaşkanı seçilmişti.
ikinci önemli yanılgı; suriye yönetimin sadece nusayrilerden oluştuğu fikriydi. oysa baas ideolojisi elli yıllık süreç içerisinde nusayri olmayanlardan da kendisine bağlı nesiller yetiştirebilmişti. daha da önemlisi dürziler, ismaililer ve hıristiyanların yanı sıra özellikle şam ve halep’te hali vakti yerinde sünni esnaf-tüccar da bu gruplara eklemlenerek güçlü bir koalisyon oluşturmuşlardı. suriye’de işleri yolunda yüzde 40-50’lik bir orta kesim de vardı ki bütün bunlar siyasete fazla karışmadıkça mutlu şekilde yaşayıp gidiyorlardı. suriye’de fakirlik (özellikle kürtler ve türkmenler arasında) yaygın olmakla birlikte açlık yoktu. belki de suriye’nin mısır’dan en önemli farkı buydu. geniş bir orta direk tabana sahip olması rejimin avantajları arasındaydı.
yanıldığımız üçüncü nokta; uluslararası konjonktürdü. amerika ve avrupa suriye’ye kerhen müdahil olurken, rusya ve iran, rejimi gönülden destekliyordu. lübnan’daki hizbullah faktörünü de unutmamak lazım. israil için en büyük tehlike olan kimyasal silahlarla ilgili bir anlaşma yapıldıktan sonra suriye’de sünni-islamcı bir yönetim yerine zayıf bir esed (arslan) yönetimi, israil için de takdire şayandı. üstüne suriye’de batı halklarını dehşete düşüren el kaide yanlısı yapıların ortaya çıkması, durumu daha da vahim kıldı.
son yanılgı ise suriye ordusu hakkındaydı. ordu dış güçlerle mücadele edemeyecek durumda olsa da içeride hâlâ güçlüydü ve çok büyük bir çatırdama göstermedi. tabi ki 1970’den beri baas yönetimi altında hapse girenlerin akıbetlerinden haber alınamayan bir ülkeydi suriye. bir de buna hayalet manasına gelen dehşetengiz adlarıyla şebbiha (baas milisleri) ile hizbullah da eklendiğinde psikolojik savaşta üstünlük rejime geçti. suriye’de bu çatışmanın uzun ve kanlı olacağını kestirmek için aslında yukarıdaki bilgilere haiz olmak yeterliydi sanırım.
bundan sonra suriye'yi nelerin beklediği sorusuna kesin bir yaanıt vermek kolay değil. çünkü toplumsal olayları tahmin etmek epey zordur. ama artık ortadoğu’da cin şişeden çıkmış, pandoranın kutusu açılmıştır. ancak korku rejimleri tarafından bir arada tutulabilen yapay sykes-picot hudutlarının sakinlerinin bir daha asla tek bir devlet olarak biraraya gelmeleri mümkün değildir. ne irak ne de suriye’nin bir bütün olarak kalamaz. lübnan’da ise istikrar zaten hiçbir zaman olmadı. zira bu bölgede hâlâ kan davası esastır ve son dönemde pek çok kan davasına konu olabilecek kadar kan dökülmüştür. bölgeyi en azından bir lübnanlaşma bunun da ötesinde bir balkanlaşma beklemektedir. türkiye dâhil uluslararası aktörler de kuzey irak’ta olduğu gibi ona göre tavır almaya başladılar bile.
doç. dr. cengiz tomar, marmara üniversitesi ortadoğu araştırmaları enstitüsü’nde (ode) öğretim üyesi. 1992 yılında marmara üniversitesi fen edebiyat fakültesi tarih bölümü'nden mezun oldu. yüksek lisans ve doktorasını aynı okul ve bölümde tamamladı. ürdün ve edinburgh üniversiteleri'nde islam ve ortadoğu tarihi ile arapça alanlarında eğitim aldı. tomar'ın, arap coğrafyasının tarihi ve kültürü alanında yayımlanmış çok sayıda akademik makalesi bulunuyor.
twitter'dan takip edin: @cengiztomar
bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve al jazeera’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Yorumlar