Görüş
Yeni Türkiye: Sistem ve olasılıklar
2007'de yapılan Anayasa değişiklikleri, cumhurbaşkanlığı makamının meşruiyet tabanını güçlendirirken, siyasal hayatın işleyişine ilişkin tartışmaları da seçimli organlar arasında ilişkilerin nasıl olacağına çevirdi. Bu bile başlı başına kısmi bir normalleşmeye işarettir.

türkiye’de anayasa politiği devlet seçkinleri ile güçlenen toplumsal gruplar arasındaki uzlaşma temelinde şekillenmekten çok, devlet seçkinlerini toplumsal talepler ve değişim isteyen gruplar karşısında korumayı amaç edinmiş bir geleneğe sahiptir. bu nedenle türkiye’de anayasalar daha çok devlet seçkinlerinin demokratik işleyiş üzerindeki vesayetini güvenceye alan bir anlayışla kaleme alınmışlardır.
1961 anayasası'ndan farklı olarak, 1982 anayasası, halkın seçtiği iktidara karşı çoklu bir vesayet oluşturmak yerine, bu mekanizmalar üzerinde cumhurbaşkanının belirleyici, kurucu ve gerektiğinde mobilize edici rolünü güçlendirerek onun etrafında bir vesayet düzeni oluşturmayı hedefleyen bir belgedir. 1982 anayasası'nı kaleme alanlar, kurumsal açıdan parlamenter görünüm içinde cumhurbaşkanının yetkilerini güçlendirmek suretiyle zaten daha başlangıçta sistemi parlamenter işleyişten uzaklaştırmışlardır.
1982-2007 yılları arasında cumhurbaşkanları türkiye’de sembolik yetkiler kullanan parlamenter bir cumhurbaşkanı olarak hareket etmemişlerdir. hükümetlerin kurulmasına, kimlerin bakan olacağına müdahale etmişler, hükümetin atama kararnamelerindeki imza yetkilerini bir veto aracı olarak kullanmışlar, atanmalarında belirleyici rol oynadıkları üniversite ve yargı bürokrasisini zaman zaman hükümete ve onun hayata geçirmeye çalıştığı politikalara karşı kullanabilmişlerdir. askeri vesayetle birlikte bu işleyiş, teknik açıdan güçlendirilmiş, ancak bu denetleyici güçlere bağımlı kılınmış bir hükümet yapısı doğurmuş, sistemin işleyişi demokrasi ve insan haklarını geliştirmek yerine, her toplumsal gelişme karşısında tepkisel bir yönetsel anlayışın yerleşmesine zemin hazırlamıştır.
özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde yaşanan kırılma 1990’ların başından itibaren devlet adına hızla restore edilmeye çalışıldı. 28 şubat süreci ile, sadece devlet seçkinleri tarafından istenmemesine rağmen kurulan bir hükümet hukuk dışı yöntemlerle boğuldu. sonuç korumacılık adına politika üretemez bir hükümet istikrarsızlığına ülkenin mahkûm edilmesi olmuştur.
2001 krizi bir anlamda ülke ekonomisinin vesayetçi bir sistemi artık kaldıramadığının ilanı olmuştur. 2002 seçimleri de 1982 rejimine karşı toplumun bir tepkisi olarak sonuçlanmış, bir anlamda 1990’lı yıllara karşı siyasal bir karşı çıkışı ifade etmiştir. 2000’li yılların ekonomik ve siyasal açıdan ülkenin toplumsal dinamiklerine duyarlı bir yeniden yapılanma dönemine şahitlik edeceği bu arka planda net bir biçimde ortaya çıkmıştır. yeniden yapılanma süreci sürdüğü müddetçe adalet ve kalkınma partisi'ne (ak parti) olan yaygın toplumsal destek de devam edecektir. 2007 yılında yaşanan 367 krizi vesayetçi kurumların bu değişime karşı bir hamlesiydi ve sonuçta sistemin melez yapısına karşı siyasal bir tepkinin oluşmasına hizmet etmekten başka bir sonuç doğurmadı.
2007 yılında yapılan anayasa değişiklikleri, yetkileri güçlendirilmiş cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi esasını getirerek, bu makamı devletin değil halkın bir temsilcisi olarak siyasal hayata dahil etmiştir. değişiklik cumhurbaşkanlığı makamının meşruiyet tabanını güçlendirirken, siyasal hayatın işleyişine ilişkin tartışmaları da seçimli organlar arasında ilişkilerin nasıl olacağına çevirmiştir ki, bu bile başlı başına kısmi bir normalleşmeye işaret etmektedir.
"başbakanlı başkanlık" sistemi
2007 değişiklikleri ile türkiye’de siyasal sistemin, teorik olarak bir yarı başkanlık modeli olan “başbakanlı başkanlık” sistemine yakın bir işleyişe sahip olabileceği söylenebilir. başbakanlı başkanlık sistemi güçlü yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanına karşı, meclis karşısında sorumluluğu güçlendirilmiş bir hükümetin bir arada çalıştığı sistemlerdir. bu sistemde cumhurbaşkanı ve meclis çoğunluğuna dayalı hükümet aynı parti ya da siyasal eğilimden geliyor ve cumhurbaşkanı parti içinde otoritesi kabul edilen bir liderse sistemin işleyişinde cumhurbaşkanının belirleyiciliği artmaktadır. yine bu sistemde parçalı bir parlamento bileşimi karşısında da cumhurbaşkanı, krizi çözümleyen bir lider olarak belirleyici rol oynayabilmektedir.
belirtilen durumlar dışında sistem içinde hakim görünüm, hükümetin kendi yetki alanında cumhurbaşkanından özerk hareket edebilmesidir. başka bir ifade ile siyasal sistem parlamenter sisteme yakın bir işleyişe sahip olmaktadır. cumhurbaşkanı ile başbakan ayrı partilerden geliyorsa ve bu iki makamdan biri diğerinin önceliğini tanıyorsa siyasal sistemin istikrar içinde işlemesi mümkün olabilmektedir. bu durumda genellikle cumhurbaşkanları daha sembolik yetkilere yoğunlaşmakta ve bir kriz çıkmadığı sürece hükümetin politika belirleme önceliğini tanımaktadırlar. ancak her iki makamı temsil eden liderler politikalar konusunda kendi tercihlerini öne çıkarmak isterlerse sistem içinde bir kriz yaşanması olasılığı yükselmektedir.
2007 anayasa değişikliklerinin en önemli sonuçlarından biri, türkiye’de ilk kez ulusal düzeyde bir seçimin doğrudan kişiler üzerinden yapılacak olmasıdır. bu durum seçmenin siyaset algısı üzerinde önemli değişikliklere neden olabileceği gibi, seçim kampanyalarının dizaynı ve finansmanı konusunda da birçok değişikliği beraberinde getirecektir. hazine yardımına dayalı olarak seçimleri finanse etmeye alışmış siyasal partilerin bu yeni duruma adapte olmaları ve işlevlerini bu yönde geliştirmeleri zorunluğu ortaya çıkmış bulunmaktadır.
türkiye’de son dönemde yapılan tartışmalarda bu değişimin henüz anlaşılamadığı görülmektedir. özellikle seçim sürecinde recep tayyip erdoğan’ın başbakanlık görevini de yürütmesi nedeniyle kamu olanaklarının seçim sürecinde eşitsizlik doğuracağı konusunda birçok eleştirinin yapıldığını görmekteyiz. bu eleştiriler iki açıdan sorunludur. öncelikle kamu olanaklarının seçim sonuçları üzerinde doğrudan manipülatif etki doğurması daha çok yeni demokrasilerde, post-sovyet ülkelerde, muhalefetin zayıf olduğu siyasal modellerde geçerli bir durumdur. türkiye bu ülkelere göre güçlü bir demokrasi deneyimine sahiptir. muhalefet partileri, zayıf oluşumlar olmayıp, aksine güçlü kurumsal geçmişe sahip yapılanmalardır.
türkiye’de demokrasi deneyimi, geniş kamusal imkânlara sahip siyasal seçkinlere karşı halk desteğini almış siyasal kadroların birçok kez iktidara gelebildiği örneklerle doludur. 1950 seçimleri, 1973 seçimleri, 1983 seçimleri, hatta devlet seçkinlerinin istememesine rağmen 2002 seçimlerinde ak parti iktidarının kurulabilmesi, kamu olanaklarının kullanımı ile açıklanamaz.
ikinci olarak türkiye bir seçim kampanyasının yürütülebilmesi için gerekli olan teknik, ulaşım ve uzmanlık altyapısının gelişmiş olduğu bir ülkedir, bu altyapıdan yaralanma herkese açıktır ve siyasal partiler bu altyapıdan yaralanma konusunda deneyim sahibidirler.
türkiye’de sorun, kamu olanaklarının kullanılıp kullanılmamasından çok, çatı aday konusunda birleşen cumhuriyet halk partisi (chp) ve milliyetçi hareket partisi'nin (mhp) ekmeleddin ihsanoğlu’nu destekleyecek bir kampanya vizyonunu oluşturamamaları ve bu yönde kitlelerini ve örgütlerini mobilize etmemeleri veya edememelerinden kaynaklanmaktadır.
yeni sistemin diğer bir sonucu güçlü bir halk desteği ile seçilen cumhurbaşkanının, anayasa'da tanınan güçlü yetkiler ve tekrar seçilebilmesinin mümkün olması nedenleriyle onun siyasal fonksiyonunu öne çıkarmasıdır. aktif veya terleyen bir cumhurbaşkanı yeni sistemin bir sonucudur ve ister istemez bütün adayların karşılaşacağı bir durumdur.
bu noktada son dönemde erdoğan’ın ve bazı parti kurmaylarının yaptığı açıklamalar dikkate alındığında güçlü bir cumhurbaşkanı ile güçlü hükümetin birlikte çalışması yönünde bir eğilimin öne çıktığı gözlenmektedir. böyle bir durum iki farklı şekilde ortaya çıkabilir:
birincisi siyasal açıdan aktif bir cumhurbaşkanının, politikayı hayata geçirme işlevselliği yüksek ve aynı zamanda parti örgütünü bu doğrultuda mobilize eden daha teknokrat bir başbakanla çalışmasıdır.
ikinci durum ise her ikisi de siyasal açıdan aktif ve aynı politika vizyonuna sahip iki ismin birlikte çalışmasıdır. ikinci durumda sistemin istikrar içinde işleyebilmesi için bu iki ismin birbirleri ile siyasal açıdan tam bir uyum içinde hareket etmeleri gerekmektedir.
cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında öne sürülen senaryolardan biri olan erdoğan’ın cumhurbaşkanı, abdullah gül’ün de başbakan olarak birlikte çalışmaları ikinci duruma karşılık gelmektedir. abdullah gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde, 1982 rejiminin bütün güçlüklerine rağmen bu iki isim istikrarı gözetecek şekilde birlikte çalışabilmişlerdir. cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra rollerin değişerek bu ilişkinin sürdürülmesi daha zor olmakla birlikte büsbütün imkânsız da değildir. ancak cumhurbaşkanının güçlü bir halk desteğiyle seçildiği sistemlerde, cumhurbaşkanlarının daha çok birinci tip hükümetlerle çalışmayı tercih ettiklerinin altının çizilmesi gerekmektedir.
prof. dr. haluk alkan, stratejik düşünce enstitüsü siyaset kordinatörlüğü uzmanı ve marmara üniversitesi iletişim fakültesi öğretim üyesi. karşılaştırmalı siyaset ve türk siyasal hayatı konularında çalışıyor. yarı başkanlık modelleri, orta asya türk cumhuriyetlerinde siyasal hayat ve kurumlar, osmanlı liberal düşüncesi (atila doğan ile birlikte), azerbaycan paradoksu, yerel siyasetin dönüşümü (i. ethem taş ile birlikte) adlı kitapları bulunuyor.
bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve al jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Yorumlar