Görüş
Suriye’de emperyalizm, despotizm ve demokrasi
Suriye’de faşist veya emperyalist yollar arası zoraki tercih bir tarafa bırakılıp üçüncü ve daha iyi bir yola gidilmelidir.

abd’nin 1991 yılındaki körfez saldırısı bağlamında, britanyalı akademisyen fred halliday, sağcılıkla kurduğu yeni yakınlığı new statesman gazetesine “emperyalizm ve faşizm arasında bir seçim yapmak zorunda kalsam, emperyalizmi seçerim” diyerek açıklamıştı. halliday’in aklına, her ikisine de karşı çıkıp yerel demokratik mücadeleleri destekleyebileceği gelmemişti.
bu, emperyalizme ilkeli bir şekilde karşı durmaktan vazgeçip, yerine ilkeli ve mali açıdan daha fazla kâr sağlayacak biçimde onu desteklemeye başlayan arap, amerikalı ve avrupalı dönek antiemperyalist solcular için bir dönüm noktası olacaktı. bahsettiğim kişilerin akademik ve gazetecilik ürünlerinin çoğu için geçerli olduğu gibi, halliday’in emperyalizm savunucusuna dönüşmeden önce yazdığı aklı başında ve akademik açıdan değerli çalışmalarını, hatırlanması zor ve vasat olanlar izledi. hatta o kadar ki, 1991 yılından sonra akademik değeri olan veya raf ömrü birkaç haftadan uzun tek bir çalışma dahi yayınlamadı. (gerçi arap dönek yoldaşları bu son çalışmalarını yine de arapçaya çevirmeye değer bulmuştur!)
halliday, amerikan emperyalizmi ve saddam’ın despotik yönetimini koyu karşıtlıklar olarak ayıran çizgiyi, 11 eylül olayları ve “faşizm” teriminin (abd emperyalizminin yeni düşmanlarına uyacak şekilde biraz değiştirilmiş haliyle) yeni türetilen “islamofaşizm” ifadesiyle tekrar tedavüle girmesinden önce çizmiş ve halliday gibi ilkelerinden dönen bir diğer britanyalı christopher hitchens da bu terimi yaygınlaştırmak için elinden geleni yapmıştır.
aynı dönemde, saddam hüseyin’in despotik ve teröre dayalı yönetimiyle birlikte abd emperyalizminin üçüncü dünya’daki düşmanlarına yönelik soykırım savaşlarının sarsılmaz karşıtı çok sayıda arap, avrupalı ve (ben dahil) amerikalı, 1991 yılında abd’nin körfez’e saldırmasına ve 1 milyondan fazla iraklının hayatına mal olan müteakip 12 yıllık ambargoya karşı çıkmıştık. tıpkı 2003 yılında başlayıp 8 yıl süren ve 1 milyon iraklının daha ölümüyle sonuçlanan işgale karşı çıktığımız gibi.
abd’nin irak ve kuveyt’e saldırmasına karşı çıkmak, ne saddam hüseyin’in diktatörlük rejiminin karakteriyle ilgili bir yanılsamadan, ne de onun teokratik suud devleti ve küçük körfez ülkeleri ile yaptığı işbirliğinden kaynaklanıyordu. saddam’ın 1970’lerin son yıllarından itibaren fransa ve amerika birleşik devletleri ile kurmaya başladığı askeri stratejik işbirliğinden de etkilenmemişti (1980 yılında saddam, bu işbirliğinin hizmetinde iran’a girip bir milyon iranlı ve 400 bin iraklının kıyımına sebep olmuştur). bu karşı çıkış, tam tersine, yukarıdaki gerçeklerin ciddi bir değerlendirmesine ve emperyal saldırıların etkileri itibariyle çok pahalıya mal olmaları bilgisine dayanıyordu.
işte bu çerçevede, irak’a karadan saldırması ve bağdat’ı daha fazla bombalaması için abd’ye çağrı yapan londra ve washington merkezli irak’ın sürgündeki muhalefeti, özellikle de zapt olunamayan kenan mekiye, merhum edward said dahil, abd saldırısına karşı çıkan herkese saddam’ın destekçisi diyerek saldırmaya başladı. 1991’de, mekiye’nin iranlı eski eşi afsaneh najmabadi de kavgaya katıldı. najmabadi, abd’nin irak’a saldırmasını ve thomas friedman, fouad ajami ile mekiye başta olmak üzere bu düşünceyi destekleyen aydın ve gazetecileri ateşli bir şekilde savunmaya başladı. said’in onlara yönelttiği eleştirilere de “siyasi cinayet retoriğine karşılık geliyor” diyerek yakışıksız bir şekilde saldırdı.
emperyal sponsorları ve savaş yanlısı amerikalı aydınlar korosunu arkasına alan irak’ın sürgündeki muhalefeti, herkesin şu iki seçenekten birini tercih etmesi gerektiğini söyledi: saddam’ın yanında veya karşısında olmak. abd ve iraklı ortakları en sonunda istediklerini yaptırdı; ancak daha sonra irak’ın uğradığı yıkım, parçalanan devlet yapıları ve yok edilen toplumsal bütünlük, bu tercihin iraklılar ve ülkeleri için asıl anlamını çok net bir şekilde göstermiştir.
2011 yılında aynı senaryo karşımızda tekrar sahnelendi. libya’nın sürgündeki muhalefeti ve ülkenin kurtarılmış bölgelerindeki çoğunluğu kaddafi rejiminin sabık hizmetçileri olan muhalifler, kaddafi’ye başkaldıran libya halkına yardım etmesi için nato’ya libya’ya saldırma çağrısında bulunmaya başladı. yine çok sayıda antiemperyalist ve demokrasi yanlısı arap ve arap olmayan kişi, kaddafi’nin kırk yıl boyunca amansız bir despot ve iktidarının son on yılında abd ve avrupa’nın müttefiki olmasına rağmen, demokratik yönetim tesis etmek yararına olmayan ve sadece libya’nın petrol zenginliğini kontrol etmeye yönelik, batı’dan gelecek emperyal bir saldırının libyalıların çoğunluğunun menfaatine olmayacağı ve tersine ülkenin yıkımı ve binlerce can kaybı anlamına geleceği konusunda uyardı. yine, emperyal güçlerle ittifak yapan libyalı muhalefet, iraklı selefleri gibi, emperyal saldırıya karşı çıkanlardan şu tercihi yapmalarını istediler: kaddafi’nin yanında veya karşısında olmak.
tarih, marx’ın sözünde olduğu gibi, ilkinde bir trajedi, ikincisinde ise bir kaba güldürü olarak iki kez tekerrür etti. peki, tarih üç kez tekerrür eder mi?
körfez petrolü ve abd emperyalizminin arapların sürgündeki muhalefetinin sponsoru olduğu bir dönemde, bu sorunun cevabı net bir şekilde evettir. şimdi sahneye çıkma sırası, esad’ın hanedanlığına karşı çıkan halk ayaklanmasının önüne geçen suriye’nin sürgündeki muhalefetinde. her ne kadar saddam hüseyin’e benzemek için ellerinden geleni yapmış olsalar da, ne kaddafi ne de esad (ne baba ne de oğul) despotik terör açısından onunla karşılaştırılabilir.
saddam gibi esad hanedanlığı da, suudi teokrasisi ve körfez bölgesi’ndeki küçük müttefiklerinin dostu ve abd emperyalizminin aracısı olmuştur; özellikle de fkö dahil solcu devrimcileri bastırmalarına yardım etmeleri için suriyelileri çağıran hristiyan faşist güçlerin daveti üzerine 1976 yılında lübnan’da gerçekleştirdikleri büyük müdahale ile... 1976 yılında, suriye ordusuyla suç ortaklığı yapan marunilerin binlerce filistinliyi katlettiği korkunç tel ez zader katliamında suriye rejiminin (israilli danışmanlarıyla birlikte) oynadığı rol tarihin sayfalarına yazılmıştır.
bütün bunlara ek olarak, esad rejiminin, 1990-91 yıllarında abd bayrağı altında körfez’e saldıracak emperyal koalisyona katılması, abd ve suudi sponsorları için son derece faydalı olmuştur. siyonist cepheden bakılacak olursa, israil’in suriye ve ürdün’de fethettiği topraklar üzerinde tesis ettiği “sınırlarının” güvenliğini sağlamakta suriye rejimi de ürdün rejimi kadar esnek olmuştur. içişlerine bakıldığında ise, rejim, suriye halkına acımasızca baskı uygulamak, zulmetmek ve tahakküm etmek için gaddar tedbirler uygulamış ve hâlâ da uygulamaktadır (ancak bunlar, hiçbir arap rejiminin henüz ulaşamadığı saddam rejiminin baskıları ölçüsünde değildir). suriye’nin sürgündeki muhalefeti emperyal askeri müdahale çağrısı yapmakla, hiç de orijinal olmayan bir şekilde, irak ve libya’nın batmış sabık muhalefetinin antiemperyalist ve demokrasi yanlısı arap ve arap olmayanlara sundukları aynı naif ancak sinsi tercihi sunma yoluna başvurmaktalar: esad’ın yanında veya karşısında olmak.
bunlar sadece ideolojik açıdan değil, aynı zamanda ve daha da önemlisi, tarihsel açıdan hatalı tercihlerdir. iraklıların muazzam can kaybı ve ülkelerinin uğradığı büyük yıkımın yanısıra, libya’da yaşanmakta olan yıkım ve ölümler, suriye’nin sürgündeki muhalefetinin, barış, demokrasi ve ülkede sürmekte olan kıyımı durdurma yolu olarak suriye’ye emperyal saldırı yapılması çağrılarıyla zıt düşmektedir. bu noktada insan, bahreyn ve yemenli muhaliflerin eşit ölçüde despotik liderlerinden kurtulmak için neden bir emperyal saldırı çağrısında bulunmadıklarını merak ediyor. aynı şekilde, yaklaşık yarım asırdır israil’in işgalci ordusunun despotik çizmeleri altında bitap düşen batı şeria ve gazzeli filistinliler de, kendilerini israil’den kurtarması için emperyal saldırı istemediler. aslında, filistinliler, israil’in işgalci ordusunun ölümcül gücünden kendilerini koruması için bm barış gücü’nün yardımını talep etmeye tenezzül ettiklerinde, abd dehşet ve tiksintiyle ayak diremişti.
önce irak ve libya, sonra da suriye’nin sürgündeki muhalefetinin kullandığı bu eski ve denenmiş retorikle sindirilerek sessiz kalmaya itilenler, karşılarındaki su katılmamış emperyalist ve zorlayıcı tercihlerin içeriğini tekrar gözden geçirmelidir. despotizmin bölgedeki geçmişiyle birlikte amerikan emperyalizminin arap dünyasındaki tarihine vakıf olan herkes bu tercihlerin bir üçüncü ve anlamlı bir başka tercihi engellemek için tasarlandığını bilir.
fred halliday ve onun arap ve arap olmayan emperyalizm yanlısı destekçilerinin aksine, bizim emperyalizm ve faşizm arasında bir tercih yapmamız gerekmiyor. yapmamız gereken, tarihsel açıdan faydalı olduğunu tartışmasız bir şekilde kanıtlanmış ve gerektirdiği fedakarlıklar ne olursa olsun maliyeti çok daha düşük olan üçüncü seçeneğin; yani ikisi de çoğu zaman tek ve aynı güç olan despotizm ve abd emperyalizmiyle aynı anda savaşan ve körfez’in petrol tiranları veya onların efendisi abd’nin finanse ya da kontrol etmediği, demokratik dönüşüm ve toplumsal adalet amaçlı yerel mücadelelerin tarafında olmayı tercih etmektir.
joseph massad, columbia üniversitesi’nde modern arap siyaseti ve düşünce tarihi dersleri veren bir öğretim üyesidir.
bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve al jazeera’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Yorumlar