Görüş

En iyi ve en kötü olaylarıyla 2011

Princeton Üniversitesi’nden Richard Falk, Arap Baharı, işgal hareketi, iklim değişikliği ve Filistin’in devlet başvurusu gibi yılın bazı önemli olaylarını yorumluyor.

Filistin bayrağını tutan yaşlı kadın.
Bu yılın en önemli olaylarından biri, Filistin’in Birleşmiş Milletler’e devlet olarak tanınmak için yaptığı başvuruydu. [GALLO/GETTY]

2011 yılı birçok açıdan heyecan verici ve önemli olaylarla doluydu; ancak bu yıl öne çıkan olayların sonuçları hakkında kesin bir karara varabilmek için yıllar geçmesi gerekiyor.

yılın en dramatik anları, şüphesiz, topluca arap baharı olarak tanımlanan bir dizi fevkalade olayla ilişkiliydi. karmaşık, çeşitli ve hatta çelişkilere sahip arap baharı, tarihsel bir boşlukta gerçekleşen bir olgu değildi.

öncesinde adı bilinen veya bilinmeyen kahraman ve kurbanlar, kim olduğunu bildiğimiz veya bilmediğimiz sayısız zalim ve öncülü olan birçok olay var.

muhammed buazizi’nin 17 aralık 2010’da, tunus’un iç kesimlerindeki sidi buzid kentinde protesto için kendisini yakarak kurban etmesi, adalet ve değişim özlemi çekenlerin hiçbir zaman unutamayacakları bir katalizör oldu. buazizi’nin intiharı sadece bir insanın trajedisi değildi. zorluklarla kuşatılmış bir gencin yaşamının böylesine üzücü bir şekilde sona ermesi kendi başına çok elim bir olaydı. ancak, onun ölümü, tunus halkını, ülkenin bütün toplumu ilgilendiren çekilmez koşullarına karşı çıkmaları için uyandırdı.

buazizi’nin trajik ölümü, kendiliğinden gerçekleşen patlamalarla, zeynel abidin bin ali’nin 23 yıllık diktatörlük ve yolsuzluk rejiminin sadece 5 hafta gibi kısa bir sürede hızla ve şaşırtıcı bir şekilde yıkılmasına yol açtı. bu sarsıcı olaylar dizisi, mısır ve bir bütün olarak bölgede büyük bir yanardağı ateşlemiş oldu.

ocak 2011’de gerçekleşen, tahrir meydanı merkezli, cesur ve dönüştürücü mısır gösterilerinden dünyaya, göz alıcı ve devasa bir siyasi uyanışta halkın enerjisi ve gözü pekliğini gösteren birçok görüntü aktarıldı. mısır’da mübarek’in düşmesi, bölgede ve daha sonra dünyada insanlara ilham kaynağı oldu. 

öncesinde batılı destekleyicilerinin son derece istikrarlı buldukları rejimler tunus ve mısır’daki şaşırtıcı gelişmelerle birlikte, arapların köle zihniyetine sahip olduğunu öne süren yaygın oryantalist telkinlere içkin birçok çarpıtma teşhir edildi.

söz konusu telkinler, baskı altında yaşayan arapların, adaletsiz siyasi yapılara karşı çıkmak için gereken siyasi angajmanlara girişebilecek irade ve beceriden mahrum oldukları için kara yazılarına boyun eğdiklerini söylemiştir. araplar, itaat etmeye razıymış ve sıradan insanların onurunu savunan ve onlar için adalet isteyen toplumsal tasavvurdan mahrummuş gibi tasvir edilmiştir.

ufuktaki zorluklar

tahrir’deki büyük siyasi gösteri ise, tam tersine, özgürlük, insan hakları, demokrasi ve adil bir ekonomik düzene erişmek için ölüm ve ağır hapis cezasına çarptırılma riskini göze alan bir arap nüfusu sergiledi.

bunlar, inanılmaz başarılı sonuçlar elde edip uzun yıllardır devlet gücünün zirvesinde güvence altında yaşayan despotları deviren, ilham verici ayaklanmalardı. birçok katılımcı ve yorumcu ise bu olağanüstü ayaklanmaların, eski rejimleri alaşağı edip siyasi ortamı dönüştürmekle devrimci sonuçlar elde ediyor olduğuna inandı.

maalesef bu heves kırıcı bir abartıydı ve bu coşkuya kapılmak için şu an bile çok erken.

siyasi yeniden yapılanma doğrultusundaki tarafsız seyri yavaş, belirsiz ve karışıklıklarla dolu olsa da, tunus, devrimci vaadini gerçekleştirme yolunda ilerliyor gibi görünüyor. ülkede henüz tam olarak devrimin sonucu olarak adlandırılabilecek bir deneyim yaşanmadı ama şu ana kadar, karşı devrimci bir tepkiden de bahsedilemez. bugün tunus, genel olarak heyecan verici ve olumlu bir manzara arz ediyor. devrim süreci, adil ve demokratik toplumlar üretmek amacıyla siyasi, ekonomik ve toplumsal yapıların radikal bir şekilde dönüştürülmesi anlamına gelir. arap dünyasında hiçbir yerde böylesi bir uğraşı henüz yok. aynı zamanda, uzun yıllardır eski rejimden çıkar sağlayan ve hakiki bir siyasi reform durumunda kaybedecekleri kesin olduğu için belirli bir sınır içinde hareket eden devlet, yerel ve uluslararası elitlerin aşılması güç ve gözü kara direncinin üstesinden gelmeden bu kolayca (veya hiçbir zaman) başarılamayacaktır.

geleceğini belirsiz kılan bir dizi çözümlenmemiş kanlı mücadelenin pençesine düşen mısır için ise aynı şeyler söylenemez. bu durum, 2012, mısır için dıştan reformcuyken (o da en iyi ihtimalle) içten içe geriye gidişi destekleyen bir sonuca gebe olabilir mi diye merak etmemize neden oluyor. açık açık ifade edemeseler de arap baharı’ndan aslında hazzetmemiş olan ve demokratik süreçlerle yüzeysel olarak daha uyumlu yeni yüzler ve siyasi tarz verilse eski rejimlerin geri dönmesinden memnuniyet duyacak dış aktörlerin tahrik ve teşvik ettiği karşı devrimci manevraları ve görüşleri yok saymak hata olur.

ancak yine de birçok mısırlı, devrimci bir gelecek adına mücadele etmeye devam ediyor. mübareksiz kahire rejiminin uyguladığı şiddete rağmen, 2011’in son günlerinde yeni bir protesto gösterisi dalgası için tahrir meydanı’na geri döndüler.

demokrasi, sivil yönetim ve adalete yönelik bu yenilenmiş popüler talepleri ezmek için devletin sergilediği kontrolsüz şiddet ve zalimlik ise, mübarek’in devrilişinin ülkenin siyasi geleceğini şekillendirme amaçlı uzun ve zor mücadelenin sonu değil aslında başlangıcı olduğunun hatırlatıcısıydı.

mübarek’in düşüşünü rahatlamış gibi selamlayan mısır ordusu’nun, şimdi, mısır demokrasisinin bir gerçeğe dönüşmesi için kendilerine çok büyük ihtiyaç duyuluyor olmasına rağmen, ayrıcalıklarını tehdit edebilecek temel toplumsal ve ekonomik reformlar karşısında ciddi bir şekilde anti demokratik ve düşmanca davrandığı görülüyor.

islam’ın mısır’da nasıl bir rol oynaması gerektiği konusunda laiklerle islamcılar arasında yükselmekte olan gerginlikler de ülkenin içinde bulunduğu durumu ayrıca karmaşıklaştırıyor (ve söz konusu taraflar kötü niyetli dış aktörler tarafından manipüle edilmeye de açıklar). bölgedeki ülkelerin her biri arap baharı’nı kendince yaşıyor; ancak etkileri sınırları aşacak olan, çok büyük ihtimalle, olumlu ya da olumsuz mısır’daki gelişmeler olacaktır.

diğer taraftan, arap baharı’nın son derece hayal kırıcı sonuçlar yarattığı da kabul edilmelidir. bunlar, bahreyn’deki ayaklanmaların yol açtığı baskılar; suudi arabistan ve cezayir’in umutsuzluk içinde boyun eğmeye devam etmesi; libya’ya yönelik yıkıcı ve şiddetli nato müdahalesi; yemen’in içinde bulunduğu çözümlenmemiş kaos ve şiddet hali ile suriye’deki sonuç vermeyen kanlı çarpışmalar olarak sıralanabilir.

“işgal et” hareketi

arap dünyasında yaşanan olayların bölge dışına yayılan etkisinin çarpıcı örneklerinden biri, wall street’te başlayıp amerika birleşik devletleri ve ardından dünyanın diğer kentlerine kontrol edilemeyen bir yangın hızıyla yayılan ve hiç kimsenin öngörmemiş olduğu “işgal et” hareketiydi. özellikle kapitalizm ve mali kurumların aşırılıklarına yönelik olmak üzere, kurulu düzenin karşısına çıkıp şiddet içermeyen taktiklerle siyaset meydanını kurtarmaya çalışan bu ayaklı şölen sayesinde ‘işgal etmek’ sözünün anlamı radikal bir dönüşümden geçti.

en büyük önceliği katılım eşitliğine veren işgal et hareketinin yaratıcılığı, kendi kolektif eylemini radikal bir şekilde saf demokrasiye itimat ederek yönetmesiyle dışa vuruldu. dış çizgileri ve hedefleri çok net olmayan hareket, küresel ölçekte demokratik değerlerin gerçekleşmesine adanmıştı. diğer taraftan, seçimler, siyasi partiler, kurumsal yasama ve devlet politikaları gibi geleneksel siyaset süreçleriyle arzu edilebilir hedeflere ulaşabileceğine güvenmiyordu.

şu ana kadar işgal et hareketinin asli girişim ve talepler bulunduran net bir gündemi olmadı; lidersiz olmaya devam ediyor ve faaliyetlerini bir program ve hatta devamlı bir sözcüsü olmadan sürdürüyor. hareket, onlarca kentin meydan ve parklarında kamp kuran militanlarının gündelik ihtiyaçları ve isteklerine uymayı tercih ediyor. 


'işgal et' hareketi "biz yüzde 99'uz" sözünü benimsedi. [reuters]

bu hareketin, modern kapitalist devlete meydan okuma ve neoliberal küreselleşmeyi güçlü bir küresel demokrasinin gerçekleşmesi için dönüştürme becerisine sahip yeni bir devrimci siyasetin ilk adımını temsil edip etmediği şu anda çok belirsiz. bunlar 2012 yılında daha netleşebilir.

ancak en azından, batı’da adaletsizliğe direnenlerin siyasi tasavvurları şimdilik pasiflik ve umutsuzluğun bezginliğinden çıktı. yaygın hoşnutsuzluklar karşısında normal siyasetin bir sonuca varmasını beklemek zorunda olmadığımız düşüncesi de ayrıca muteberdir. böylesi bir siyaset, işgal eylemlerine devam edip belki (ama sadece belki), soğuk savaş’ın sonunda bir zafer kazanmışçasına taçlandırılan “piyasa eksenli anayasacılığın” temellerini sarsabilecek bir siyasi meydan okumaya dönüşebilecek kadar yeterince uzun süre hayatta kalabilir.

kendimize, “anarşizm olmayan anarşizm” olarak adlandırdığım şeyin doğum sancılarına mı tanık oluyoruz diye sormaya başlamalıyız. yoksa sadece müzik çalmaya devam ettiği sürece devam edecek bir siyasi dans mı izliyoruz?

‘filistin devleti’ başvurusu

2011’de, bazıları ümit verici, bazıları kötüye işaret eden ve bazıları da yorumlanması güç başka birçok olay daha gerçekleşti. burada, bunlardan sadece birkaçından bahsedebileceğiz.

filistin yönetimi başkanı mahmud abbas’ın, 25 eylül’de, birleşmiş milletler genel kurulu’nda yaptığı ve birleşmiş milletler’in filistin devletini ve egemenliğini tanıması için net bir resmi argümanın ilk kez öne sürüldüğü konuşması bunlardan ilki. mahmud abbas’ın kullandığı dil beklenenden çok kuvvetli ve özellikle de, filistinlileri söz konusu siyasi girişimde ısrar etmelerinin yaratacağı korkunç sonuçlar karşısında uyarmak amacıyla israilli yetkililerle amerikalı meslektaşlarının yürüttüğü yoğun yıldırma kampanyasının ışığında son derece etkileyiciydi.

abbas’ın konuşması, aynı zamanda, siyasi oyunlara verilebilecek en iyi örneklerden biriydi de. devletlerin çoğunun, işgal, mülteci statüsü ve yaygın sömürünün yarattığı çileden kurtulma çabalarında filistinlilerle dayanışma içinde olduğunu gösterdi. abbas’ın sözleri, geçtiğimiz yıl genel kurul’daki oturumlarda hiçbir devlet başkanının almadığı kadar güçlü bir alkışla karşılandı.


filistin 31 ekim 2011'de unesco'nun 195. üyesi oldu. [reuters]

mahrumiyet derecelerinin birbirinden farklı olduğu düşünülürse, bütün filistinlilerin, filistin yönetimi’nin bu girişimini olumlu karşılamaması beklenen bir gelişmeydi. şu anda, bir filistin devletinin tesis edilmesinin, yerleşimler, apartheid ve etnik temizlik dahil israil’le ilgili ‘fiili gerçeklerin’ zımnen kabul edilmesi anlamına geleceğine ve filistinlilerin vazgeçilemez haklarının feda edileceğine dair yersiz olmayan endişeler dile getirildi.

kimi filistinliler, ayrıca, filistin yönetimi’nin uluslararası kabul görmesinin, nihayetinde, en üst temsilcileri fkö’nün devre dışı bırakılmasına sebep olacağından, bunun da mülteci konumundaki ve sürgündeki filistinlilerin haklarının gözden çıkarılması sürecinin başlangıcı olacağından kaygılandılar. böylece hamas herhangi bir temsilcilik rolünden hariç tutulabilecek, dolayısıyla gazze halkı, geleceğini belirleyecek diplomatik süreçlere katılma fırsatından mahrum edilebilecekti.

filistin yönetimi’nin, ekim ayında, uensco’ya üye olmaya çalışması ve washington ile tel aviv’in cezalandırma tehditleri ve tepkilerinin yarattığı engele rağmen 107’ye karşı 14 gibi ezici bir oyla üyelik kazanması abbas’ın cesur konuşmasını takip eden ümit verici bir gelişmeydi. (abd önümüzdeki yıl unesco bütçesinin yüzde 22’sini ödemeyeceğini söylemiştir.)

örgütün 195. üyesi olan filistin’in bayrağı 13 aralık’ta unesco’nun paris’teki genel merkezinin önünde dalgalandı. unesco’daki bu güç oyunu, dünyanın her tarafından filistin mücadelesini destek veren siyasi anlayışın bir mikro kozmosudur.

bu zafere rağmen, filistin yönetimi bir kez daha cesaretini kaybetmiş ve ramallah’a çekiliyormuş gibi görünüyor. filistin yönetimi’nin güvenlik konseyi veya genel kurul tarafından bir devlet olarak tanınmak veya uluslararası ceza mahkemesi ve uluslararası adalet divanı gibi diğer bm kurumlarının üyeliğine kabul edilmek için daha fazla çaba göstermeyeceği anlaşılıyor. böylesi bir geriye çekilme gerçekleştiği takdirde, filistin halkını özgürleştirici sonuçların sadece alttan gelen siyaset ile gerçekleşeceğine inanmaya teşvik edecektir.

ayrıca, filistinlilerin varoluşlarına yönelen, işgal altında veya gazze ya da mülteci kamplarında hapsedilmiş bir şekilde yaşayan insanların her gün, her an tecrübe ettikleri zorluklar ve acıları unutmamalıyız.

batı şeria, doğu kudüs ve gazze’de yaşayan filistinlilerin yaşadıkları bu içler acısı koşullar on yıllardır sürmekte ve değişecek gibi de görünmemektedir. israil, hem uluslararası hukuku hem de dünya kamuoyunu hiçe sayarak yerleşimlerini genişletmeye devam ediyor ve üstelik, bir taraftan bölgedeki tek demokratik ülke olduğunu ve vatandaşlarına ayrım yapmadığını iddia ederken diğer taraftan “bir yahudi devleti” olarak kabul görmek için ısrar ediyor. israil’in bu aldatıcı propagandası, ülkenin yaklaşık 1,4 milyona ulaşan (veya toplam nüfusun yüzde 20’sini oluşturan) yahudi olmayan azınlığına yıllar yılı kötü muamele eden politikaları ve devletin kalıplaşmış uygulamalarının üzerini örtmektedir.

filistin halkının 2011 yılında çektikleri, özünde, bir tür devamlılık halinin iç karartıcı bir şekilde tekrar teyit edilmesi olarak tecrübe edildi. belki de, 2012’de, abbas’ın birleşmiş milletler’deki sonuçsuz çabasıyla, filistin halkı açısından ilerlemenin yolu olarak yukarıdan diplomasinin ölüm çanlarının çalınmış olduğu görülecek. onun yerine, aşağıdan gelen, ülkelerin sınırlarını aşan ve şiddetsiz siyasetin çeşitli biçimlerine daha fazla itimat edilecek.

halihazırda, durmadan güç kazanan küresel dayanışma hareketi, bu tür bir vurgu değişikliğini teşvik ediyor. boykot, tecrit ve yaptırımlar kampanyası (bds) şu anda, filistinlilerin devletlerarası çatışma çözme çerçevelerinden uzaklaşmasının en net ve en ümit verici ifadesidir. ve belki de 2012, boykotlar ve tecritle elde edilmiş olan müthiş başarıları güçlendirecek yaptırımların başlayacağı yıl olacaktır.

iklim değişikliği tehdidi karşısında zamanımız azalıyor

2011 yılında iklim değişikliği tehdidi karşısında zamanımız azalmaya devam etti. bilim camiasının, emisyonların regüle edilmemesinin halihazırda ciddi ölçüde zarara yol açtığı ve bunun, önümüzdeki yıllarda durumun çok daha kötüleşeceğinin habercisi olduğu şeklindeki uyarılarına rağmen sera gazı emisyonları güvenli sınırların çok üzerinde artmaya devam ediyor.

bu uyarılar, dikkate alınmaya başladığında, (belirli eşikler aşıldıktan sonra karbon birikimi geriye alınamayacağı için) büyük ihtimalle çok geç olabilir (ve zaten çok büyük ihtimalle oluşan zarar yaygın ve aşikar olduğu için dikkate alınacaktır).


abd'nin isteksizliği bm iklim değişikliği konferansları'nda istenen
kararların çıkmasına engel oluyor. [kk+, flickr]

halihazırda, olağanüstü hava koşulları, fırtına, kasırga, sel ve kuraklık halinde, dünya üzerinde çok sayıda topluluğa büyük yıkım ve ıstırap yaşattı bile; özellikle de coğrafya veya yoksulluk sebebiyle çok savunmasız olanlara. küresel ısınmanın ilk etkileri, dünyanın en az gelişmiş 48 ülkesinden 33’ünün bulunduğu sahra çölü’nün güneyindeki ülkelerde çok ağır bir şekilde tecrübe edildi.

iklim değişikliğiyle ilgili yıllık bm konferansları, devletlere yükümlülük getiren, özel sektöre sıkıntı veren ve tüketim tutkusunu sorgulayan herhangi bir düzenleme çerçevesinin oluşturulmasına olanak vermeyi reddeden abd’nin başı çektiği jeopolitik sorumsuzluğun sert duvarlarıyla karşılaştı. ab, dünyaya, iklim değişikliğine yönelik daha yapıcı bir yaklaşım sunmaya hazırmış gibi görünüyorsa da, en büyük karbon emisyonu üreticilerini kontrol edecek süreçleri uygulamaya koymak için yeterli siyasi desteği toplayabileceği şüpheli.

insanlık için adil bir geleceğin peşindekilerin iklim değişikliği sorununu ihmal etmemeleri son derece önemlidir. bu sorun, zararlı etkisi açısından diğer kaygılar kadar elle tutulabilir ve acil görünmese de onlardan daha az ölümcül değil. felaketler olmadan önce düzenlemeler yapılmadığı takdirde, ekolojinin ve medeniyetin çöküşü, bu gezegende yaşayan bütün insanların yakın geleceğini bir kabusa dönüştürebilir.

japonya’daki nükleer erime

11 mart 2011 tarihli deprem ve tsunamiyi takip eden daiçi fukuşima nükleer reaktör kompleksindeki erime ve hasar, dünyanın diğer bölgelerinde neler olabileceğini gösterdi.

japonya’da ‘ikinci bir hiroşima’ yaşanmış olması, trajediyi derinleştirirken ve tarihin çok üzücü bir ironisi anlamına da geliyor. aynı zamanda, japonya ve dünyayı, toplumun taleplerini karşılamak için nükleer enerji yerine daha güvenilir seçenekler bulmaya davet ediyor ve kişi başına enerji talebi yüksek ‘tüketici temelli modernitenin’ sürdürebilirliği konularını gündeme getiriyor.

diğer ülkeler ve özellikle de abd’de, yirmi birinci yüzyıl’ın askeri teşkilatlarını muhafaza etmek için lazım olan, ancak herhangi bir denetlemeye tâbi olmayan muazzam enerji gereksinimleri, çok sayıda tali etkisiyle birlikte durumu daha da ağırlaştırıyor. bu noktada, kazalara yatkın derin deniz petrol sondajı ve katran kumunu çevresel yıkıma yol açacak şekilde kullanılabilir enerji biçimlerine dönüştürme teşebbüsünü hatırlayabiliriz.

fukuşima’da, bir doğal felaketin, insan hatası ve (şirketin riskleri halktan saklamak için yalanlara itimat etmesi ile devletin zararın büyüklüğü ve japon nüfusunun su, yiyecekler ve havadaki öldürücü dozlardaki radyasyona ne derece maruz kaldığıyla ilgili yanlış güvence vererek suç ortaklığı yapması şeklindeki) görev suiistimalinin körüklediği korkunç sonuçları sergilenmiştir.

iran meselesi

israil ve amerika birleşik devletleri’nin kabul edilemez bir saldırganlıkla iran’a savaş tehditlerinde bulunması da bir o kadar rahatsız ediciydi. müslüman ülkelerle savaşma arzusu reddedilemeyen bir tarihsel gerçeklik olarak yerleşirken, ‘medeniyetler çatışması’ tahmin olmaktan çıkıp kendi kendini gerçekleştiren kehanete dönüşüyor.

iran’la savaşmaya hazırlanan batı, bu yüzyılın ilk on yılında, afganistan, irak ve libya’ya askeri müdahale de bulundu bile. hatta suriye’yi güç kullanmakla tehdit ediyor ve pakistan’a ölümlere yol açan iha saldırılarında bulunuyor. söz konusu 11 eylül sonrası çatışmaların hiçbirinde kayda değer bir meşru müdafaa iddiası ve libya dışında, bm yetkisi yoktu. libya saldırısında ise bm güvenlik konseyi güç kullanımı için koruma amaçlı sınırlı bir yetkiyi onaylamıştı ancak söz konusu yetki, daha sonra, libya içindeki bir iç çatışmada güçler arasındaki oyuna içerden müdahale etmek amacıyla nato tarafından uygunsuz bir şekilde değiştirilmişti.

bu savaşlar, tek tek, hedef ülkeleri yıkıma uğratan, ağır can kayıplarına yol açan ve çok sayıda insanı yerinden yurdundan eden kanunsuz savaşlardı. özünde, her biri, emperyalist ülkelerin çok uzaklarında yapılan emperyalist savaşlardı ve yine her biri emperyalist gücün stratejik başarısızlığını gösterdi. bu başarısızlık, emperyalist güçlerin kendi ülkelerindeki ekonomik güçlüklerin ve aşırı uçlardaki muhalif partilerin kendini bilmez programlarla yükselişinin ayrıca teyit ettiği gibi, emperyalizmin çöktüğü bir dünyaya işaret etmektedir. örneğin, cumhuriyetçi parti’nin başkan adaylarının hepsi, bilim dünyasındaki mutabakata karşı gelerek iklim değişikliği sorununa şüpheci yaklaşıyor. bu durum, bilimsel kanıtlara bariz bir saygısızlık ve gerçeklerden kaçmak olarak yorumlanmalıdır.

genel olarak 2011, yeni ufuklar açan bir yıl olarak hatırlanacak, özellikle de kurulu düzenin temellerini sarsan yaratıcı siyasi ayaklanmalar sebebiyle. onların yanında daha az dikkat çekse de, 2011 ayrıca, çok uzun süre çözümlenmeyecek bir dizi zorluğa da işaret etti. egemen devletlerden oluşan bir dünyada kabul edilebilir ele alma biçimlerinin sınırlarını aşan zorluklar bunlar.

burada sıralanan olayların sonuçları olarak gözlemlenebilecek iki önemli durum var: bunlardan ilki, çözüm bulunamayan bu zorluklara ilişkin koşulların kötüleşmesinin yarattığı saatli bombalardan dikkatleri uzaklaştırmak için kullanılan “inkar siyasetinin” yaygın olarak benimseniyor olması. ikincisi ise, arap dünyasındaki baskıcı yönetim yapılarının devrilmesi sürecinin mümkün görünenin ötesine geçtiğinin coşkulu bir şekilde fark edilmesi. 2011’de, 2010’da hayal edilebilecek olandan çok daha fazlası gerçekleşti ve ‘imkansız olanın siyaseti’ aynı şekilde tasavvur edemediğimiz bir küresel uyanış da doğurabilir.

richard falk, princeton üniversitesi, uluslararası hukuk fakültesinde albert g. milbank emeritus profesörü ünvanına sahiptir. aynı zamanda california üniversitesi, uluslararası çalışmalar bölümü’nde araştırma danışmanıdır. elli yılı aşkın bir süreye yayılan yazarlık ve editörlük hayatında birçok yayına imzasını atmıştır. en son kitabı, 2009 yılında yayınlanan “achieving human rights”tır.

falk, dört yıldır birleşmiş milletler’in filistinliler insan hakları raportörlüğünü yapmaktadır ve iki yıl daha bu görevi sürdürmesi beklenmektedir.

twitter’dan takip edin: @rfalk13

bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve al jazeera’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Richard Falk

abd'nin princeton üniversitesi'nde albert g. milbank emeritus profesörü. aynı zamanda california üniversitesi uluslararası çalışmalar bölümü araştırma danışmanı. 2008-2014 yıllarında birleşmiş milletler’in filistin insan hakları raportörü olarak görev yaptı. Devamını oku

Yorumlar

Bu sitede yer alan içerikler sadece genel bilgilendirme amacı ile sunulmuştur. Yorumlarınızı kendi özgür iradeniz ile yayınlanmakta olup; bununla ilgili her türlü dolaylı ve doğrudan sorumluluğu tek başınıza üstlenmektesiniz. Böylelikle, Topluluk Kuralları ve Kullanım Koşulları'na uygun olarak, yorumlarınızı kullanmak, yeniden kullanmak, silmek veya yayınlamak üzere tarafımıza geri alınamaz, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmayan (format, platform, süre sınırlaması da dahil, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla) ve dünya genelinde geçerli olan ücretsiz bir lisans hakkı vermektesiniz.
;